Asalet Şehrinin Sakinleri: Mevlana
Asalet Şehrinin Şifreleri (Meraklısına Lügat Niyetine)
Tecessüs… Her insanda mevcut olan fakat hayatın basitlikleri ile uğraşmaktan, varlığın maverasını kurcalamaya kadar uzanan enva-i çeşitliliği ile insanların kalite derecelenmesine de sebep olan ulvi meleke ya da beyin kurdu…
Bir alimin kainatın künhünü anlamak için beynini kanatırcasına derinlere dalması kadar kenar mahallenin kadınlarının başkaları hakkındaki merakları da, maalesef tecessüs cümlesindendir.
İkincisi, “belhüm adallığa” hızla düşüş, diğeri ise eşref-i mahlukatın ”bilenler” zümresine dahil olup “uykusu ibadet hükmünde” olanlar safında saf tutmaktır. Fark hem derece de hem de mahiyettedir. Birisi yasak, diğeri mükafat olan tecessüs…
Kimileri doğuştan bu kurdu beyinlerinde taşıyarak dünyaya gelir. Kimileri de sonradan bazı vesilelerle bu hastalığa düçar olur. (Hastalık mıdır? İmtiyaz mıdır? Bunu şahsın fikri serencamının hitamında anlayabiliyoruz.)
Kimi zaman hastalıktır; Gayya kuyusu gibi bir boşlukta debelendirir. Kimi zaman da imtiyazdır; kainatı bir oyuncak gibi avucuna verir insanın.
Tecessüs… Eşref-i mahlukat olmanın ya da Ahsen-i takvim üzere yaratılmanın mümeyyiz vasfı. İnsanların mümtaz vasfı akılları ile kainata hakim olma kudretlerinin en mahir cüzü olmasının yanında zıvanadan çıkararak, “hatarat” illeti ile hayatı ve ruhu allak bullak edecek kadar da(Fahrettin Razi’ye son nefesinde” keşke koca karı imanı ile ölseydim” dedirtecek kadar) bozucu bir meleke.
Tecessüs, bir imtihan. Taklitten tahkike giden yolun sıçrama taşı. Muhakkak düşenler de olmakta, atlayabilenlerde. Aşabilenlere bilmedikleri de öğretilerek “hakikatın” sırrının anahtarı tevdi edilmekte böylece asalet şehrinin mukaddes yalnızlar mahallesinde ikamete hak kazanmaktadırlar.
Ve… Mütecessis kafalar. Dünyaya saçılmış inciler. Kimi zaman yanı başımızda olmalarına rağmen farklarını fark edemediğimiz asalet şehrinin asil insanları. Avamın dünyasının dışında başka alemler de nefes alan ve atılan taşlarla yine taş atanlara yollar yapan seçilmişler, ruhumuzun mimarları ya da “sekine”nin mümtaz seyyahları.
“Sekine”… “Havf” ve “reca”nın fasit dairesini paramparça etmek. Hayatın, varlık ve yokluk, saadet ve elem dilemmalarını “lutfun da, kahrın da hoş” ya da “aşkta; sefa da, cefa da yoktur” makamında soyunup atmak. Hülasası, ateşten gömlek giymek. Her nefsin haddine düşmemiş bir imtihan. Aşk ile başlayıp, “Aşk imiş her ne var ise alemde” diyecek kadar da aşk ile yoğrulmuş tarifi ve tasnifi işin ehline matuf bir alem, ki ne alem…
Dışı akıl ile mütecehhiz. İçi ise gönül ve aşk odu ile teşrif edilmiş; cümle alemi bir gören, “yaratılanı yaratandan ötürü seven” gönül sarayının sultanları. Onlar; “nazar eden”, “keşfeden”, “akleden”, “ateşten ummanda, mumdan kayıklar yüzdürebilen” ufuk insanlar. İnsanlık deryasının mübarek yüzleri ve insana insanlığını hatırlatan insanlık kitabeleri. Fenâfillâh mektebinin İlmel-yakin, Aynel-yakin, Hakkâl-yakin sınıflarını dolduran lisanı hal talebeleri. Zamana ve insanlığa “emrolunduğu gibi dosdoğru” yaşaması için kendi ruhlarını üflercesine “ölmeden önce ölen” aşk fedaileri.
Asalet şehrinin şifrelerinin: tecessüsün, sekinenin ve aşkın fenafillah yolcuları… Evvela dostlarda sonra bütün insanlıkta ve nihayetinde Nur-u İlahide eriyen; “var” ve “yok” dilemmasında ilanihaye yaşayan insan suretli melekleri… İnsanlığın ruh mimarları…
İnsanlığın Ruh Mimarları
Her insanın şahsi hikayesinde, karakterinin ve şahsiyetinin şekillenmesinde mutlaka birisi ya da birileri vardır. O insanlar ki, hayatımızın gölgeleridir. Hatta ölüm sonrasında dahi peşimizi bırakmayan derin köşe taşlarıdır. Sıfatları baba, ağabey, usta, hoca her ne olursa olsun, isimleri ruhumuza ve beynimize kazınmış ve “ölüm ancak, ismin en son söylendiği andır” hükmünce bizimle beraber yaşayan şahsi hikayemizin “ünlü ya da ünsüz kahramanları”. Bizi inşa eden ya da “olmak” fiilimizin hariçte ki müdahil güçleri…
Her insan bir inşadır. Hayat, inşası durmadan devam eden ve ancak, ölümle(?) son bulan ve arzulanan nihayeti olmak olan, ne var ki, nadiren muvaffak olunan bir seyirdir. “Olmak” tercihtir. Olmak “simurga” uçmak için yola çıkmaktır, kanat çırpmaktır; Gayrettir ve sonu “hayrettir”…
İnsan bir inşa ise insanların eseri olan insanlıkta bir inşadır. Bu inşanın mimarları da “simurg” yolcularıdır. Seyahatlerinin her safhası insanlık defterinin kar hanesine yazılan bir değerdir.
***
Medeniyetler… İnsanlığın kompartımanları… Her medeniyetin ruhunun mimarları olan şahsiyetler vardır; peygamberler, filozoflar, veliler, alimler, şairler, gönül erleri… Bunlar medeniyetlerin ruh mayasını yoğuran çoğu zamanda o mayaya varlığı ile katılan şahsiyetlerdir. Kimileri cemiyetlerine münhasır kalan, kimileri de insanlığa şamil izler bırakan insan olmanın şahikasındaki insanlığın müşterek simaları.
Kaç tanedir? Kimlerdir? Bu suallere cevap vermek ve bir liste hazırlamak imkansız. Değeri anlaşılamamış ya da anlatılamamış olanlarına saygı babından müphem kalması en adil olacak bir sual. Ayrıca, her kültürün, her medeniyetin, her zamanın ve her insanın kabul ettiği ruh mimarı ya da ab-ı hayat çeşmesi şahsiyetler farklı olabilmekte. Amma ve lakin, her cemiyetin ruhuna rengini ve kıvamını vermiş, umumi kabul gören biri ya da birileri mutlaka vardır. Herkesin kabul ettiği ya da herkeste bir parçası yaşayan…
***
Hoca Ahmet Yesevi… Türklerin coğrafya ve engel tanımayan, neredeyse dünyaya dağılmış; tabiat kadar saf ve başka potalarda erimekte mahzur görmeyen, çağlayan gibi deli akan ruhunu Türklük ve İslam hamuruyla yoğurup tasavvuf kıvamında pişiren ve bizi millet yapan milli mektebimiz, ruh pınarımız….
Üflediği ruh ve duayla bir milleti bin yıldır ayakta tutan tükenmez nefesimiz. Mayamızı çalan, kıvamımızı tutan, erenleri ile bizim olduğumuz her yerde manevi himmeti bir gölge gibi üzerimizde gezen peygamber aşığı ata ruhumuz.
Ve Mevlana… Yesevi’nin kurduğu mayaya ve tuttuğu kıvama kaymak ilave eden ve bu ruhun inkişafını ve irtifasını yükselten bir başka müstesna insan… Yesevi, parçalardan bir bütün inşa ederken, Mevlana ortaya çıkan bütüne estetik ve irtifa kazandırmıştır. Ayrısı, gayrısı olmayan, ancak ve ancak bizim ruhumuzun mütemmim mimarları olan vazgeçemeyeceğimiz temel taşlarımız.
Mevlana, hırçın bozkır ruhunu musikide sakinleştirip, tefekkür deryasında kuvvetlendirerek, insanlık semalarında uçurmuş ve Türk’ün seciyesini islam ruhuyla medeniyet kurma kıvamına getirmiş “ruh sarrafı”mızdır.
Bugün modernitenin yabancılaştırdığı ve yalnızlaştırdığı insanlar, kamu alem dört bir yandan onun nefesini aramaya başlamıştır.
Muhammedi ruhun kültürümüzde Hoca Ahmet Yesevi’den sonraki en büyük halkası Mevlana’dır. Molla Cami’nin “Peygamber değildir ama kitabı vardır.” dediği Mevlana, kültürümüzün “havas” ve yüksek kültür seviyesinin cihanşümul çaptaki en mühim temsilcisidir. Anadolu’yu “yurtluk” yapma kararının devamındaki ruh temellerinin harcında bulunan her eserde onun tesir ya da ilhamının izlerini göremeyen bu milletin derununda ki manayı kavrayamaz. Keza, tarihçilerin üstadı Köprülü “Mevlana bilinmeden Anadolu’da yazılan ilk Türk eserlerinin muhtevasını kavramak zordur.” der.(Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar:s:231.)
Mevlana’yı anlamak tecessüs, tefekkür ve bir parçada olsa aşk ister. Onu bir roman gibi alıp okumaya çalışmak, hem Mevlana’ya hem de okuyana yazık etmektir. Mevlana okunmaz, dinlenir. Onu, onun aleminin tanışığı olan ve o alemin aşığı olan bir mütecessisden dinlemek lazımdır. Yoksa ormanda kaybolup gitmek ya da binbir gece masalına benziyormuş iftirasını atmak işten değildir.
Bugün Mevlana anlaşılamadığındandır ki, Allah’ı zikir ayini olan “sema”sı bir turizm “animasyonuna” ve hikmetli sözleri iftira atarcasına ona ve onun anlayışına zıt tariflere düçar olmaktadır.
Mevlana, her şeyden evvel kamil bir Müslüman iken ona “Hümanist” çamuru atılmıştır. Hümanizma ve hümanist mefhumları Aydınlanma filozoflarının ilahi olanı bütün kurumlardan silmesi ve her şeye insan ve aklını yerleştirmesi demek iken her şeyi ile ilahi olana bağlı olan Mevlana bu garabete uğrayıvermiştir
Mevlana, “Keşf” ve “ilham” kaynağından beslenen, aklın acziyetini aşmış “bir ayağının İslam da diğerinin ise bütün alemde” olduğunu söyleyen insana eşref-i mahlukat nazarı (Aklın ve akıllının da aslının aslı benim, sarhoşun da. Suretlerdeki güzellik, bizim aksimizdir (Mesnevi V:3278)) ile ayrımsız bakan; “sekine” ve “aşk’la” ölümü “bir düğün gecesi”(Şeb-i arus) olarak kabul eden gönül seyyahıdır.
Mevlana insana hürmet ve sevgi duyan anlayışı ile beraber insanın kötü taraflarının da farkındadır:
” İnsan tabaklanmış deri gibidir; rutubetten bozulur, ağır ağır kokar(Mesnevi IV: 104). Ve “Yarı yaradılışları bakımından melektirler yarı yaradılışları bakımından da hayvan. “(Mesnevi IV:123) demek suretiyle insanın “olmak” yolunda gayret etmedikçe hamurunda bulunan başka cevherlere teslim olabileceği ikazını yapmaktadır.
Mevlana, insanın gerçekliğinin farkındadır ancak, hakikatinin ve varlık sebebinin de şuurunda, kendisinden asırlar sonra asalet şehrinin sakinleri arasına dahil olan Şeyh Galibin “Hoşça
bak zatına kim zübde-i alemsin sen’ mısralarına mülhem şu beyiti yazacaktır : “Sen su değilsin, toprak değilsin, başka bir şeysin sen. Balçık dünyadan dışarıdasın, yolculuktasın sen” (Rubailer:s.275)
Hümanizmin maddeciliği ile dar ve aciz akılcılığı onun bütün kainatı kucaklayan insan anlayışı ve aklı şaşkına çeviren kuşatıcı ilhamı karşısında kifayetsiz kalır. Kaldı ki, Mevlana sırf akla dayanan felsefeye ve filozoflara karşıdır ve onlarla alay eder. Der ki: “Cennettekilerin çoğu saf kişilerdir, böylelikle felsefenin şerrinden kurtulurlar.” Ancak, aklın ve ilmin zaruretini asla inkar etmez; Allah sevgisi ilimle elde edilir. İlimden nasibi olmayanlar ve akılsızlar bu sevgiden uzaktır (mesnevi: II/1545,49).” Ve bir başka beyitinde: “Zerre kadar aklın, namazdan da oruçtan da yeğdir. Çünkü namaz ve oruç akıllılar için farz kılınmıştır(Mesnevi V:456-457). Böylelikle “aklı olmayanın dini yoktur” hükmüne atıf yaparcasına aklın ehemmiyetine de işaret etmektedir.
Mevlana, akla, İslam’ın verdiği ehemmiyeti hiçbir zaman göz ardı etmeden, aşksız her şeyin ceset olduğunu söyleyerek, madde ve ruh düalizmi çerçevesinde insan olmada önceliği “aşık olabilen tek varlık insandır” diyerek aşka vermektedir: “Akıl, aşkın şerhinde çamura batmış merkep gibi aciz kaldı. Aşkında aşıklığın da hakikatini söyleyecek yine aşktır(Mesnevi I:120).”
Ona göre her şeyin özü sevgidir, aşktır ve güzelliktir. Çünkü, kainat bir güzellikten zuhur etmiştir;
”Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim, beni bilsinler, tanısınlar diye mahlukatı yarattım.” Bu kudsi hadis, kainatın yaratılma sebebidir. Mevlana’ya göre; Allah, güzelliğini göstermek için kainatı, zatını göstermek içinde ademi yaratmıştır.
Sevgi, aşk ve güzellik sadece insana hitap eder. Ona göre: “Nerede olursan ol, ne halde bulunursan bulun; sevmeye, aşık olmaya çalış. Sevgi mülkün, ülken oldu mu, boyuna aşık olursun; mezarda da, mahşerde de, cennette de aşık olursun; sonu gelmez ya; boyuna aşık olursun(Fihi Mafih : 146). ”Sen aşık olmadıysan, sevgi nedir, bilmiyorsan; Yürü git, ot otla; eşeksin sen (Mektuplar
:95).” Ancak, Mevlana’daki aşk ilahi olana yönelen aşktır.” Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Hakk’ın vasıflarındandır. Ondan başkasına aşık olmak, geçici bir hevestir(Mesnevi VI:971).”
Bir başka beyitinde ise sanki günümüze seslenircesine “Sen şehvetine aşk adını takmışsın, Fakat şehvetten aşka dek uzun bir yol var…(Rubailer:29)” demektedir.
Mevlana’nın her cümlesi, hatta her kelimesinde İslam anlayışına sıkı sıkıya bağlı olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Kendisi yolunu ve kaynağını apaçık şu şekilde beyan eder: “Mesnevi, kalplerdeki marazların şifası, dünyanın varına yoğuna ehemmiyet vermekten ileri gelen hüzünlerin cilası, Kuran-ı Kerim’in de zahiri ve batini apaçık manasıdır”.
“GÜNEŞE BENZİYOR YÜZÜN, ŞEMSEDDİN,
BULUTLAR GİBİ GÖNLÜMÜZÜ PEŞİNDEN GÖTÜRÜR.”
Mevlana’nın harcında şüphesiz ki unutulmaması gereken bir sima vardır. “ Mahlukatın arasında benim dostluğuma dayanabilecek bir kişi bile yok mu?” duasına karşılık insanlığın görebildiği en büyük dostluğun müphem, mülhem ve muhteşem muhatabı, Tebrizli güneş: Şems-i Tebrizi.
Dostu mu? Hocası mı? Mürşidi mi? Arada ilahi aşkın rabıtası olduktan sonra ne ehemmiyeti var. Mevlana’nın ufkunu bütün aleme açan, onu kitabilikten, ilham makamına yönelten Şems’tir . Tulu da gurubu da, varlığı da yokluğu da Mevlana çağlayanını coşturan cezbe, ilham ve aşk pınarı Şems.
Şems kaybolduğunda bir şarlatanın “Şems’ten haber getirdim” diyerek, Mevlana’dan hediye alması üzerine çevresindekiler:
– “Yalan olduğunu bildiğiniz halde neden verdiniz” dediklerinde:
– Dosttan yalan haber getirene malımızı verdik. Doğru haber getirseydi canımızı verirdik. Diyerek, aşkın ne olduğunu da hülasa etmiş oluyordu.
Mevlana, muhataplarına hitap edercesine hayatını şifreli şu üç kelimede hülasa eder:”Bütün ömrüm şu üç söz: Hamdım, piştim, yandım.”
Ve “Düğün gecesi”… Asalet şehrinin asil ruhu, her faninin benzini sarartan “inna lilllahi ve inna ileyhi raciun” hükmü vaki olduğunda, maşukuna kavuşmanın ebedi huzuru ve bir “düğün gecesi”nin telaşlı sevinci ile koşa koşa gitmiş; emanet taşıdığı bedenini toprağa, asil ruhunun gölgesini gönüllerimize ferahlık memba-ı olarak bırakarak, mahşeri bir “insanlık” kalabalığının omuzlarında asıl vatanına hicret etmiştir.
YANMIŞIN HALİNDEN ANLAMAZ HAM…
SÖZÜ KISA KESMEK GEREK, VESSELAM.
Mevlana insanlığın ihtiyacı olan derin nefesin kaynaklarından biridir. Bugün ona bütün dünya da devamlı artan bir alaka ve yöneliş varsa, bu onun insanlığın müşterek lisanı ile konuşuyor olmasındandır. Ne var ki, yukarıda bahsettiğimiz cümleden olmak üzere onu anlatacak ve herkese tanıtacak birileri lazım. Çünkü, o, okunmaz dinlenilir. Dinlenen ise o alemi yaşayan olmalıdır. Hülasası aşık olmalıdır,aşık.
Kelamı, bir kelam-ı kibar ile bitirelim
Yahya Kemal Üstada, Viyana önlerine kadar nasıl geldik diye sormuşlar. Cevabı:
– Pilav yiyerek ve Mesnevi okuyarak.
VESSELAM
Yazar: A. RAHMİ ŞEYHOĞLU – GOP ÜNİVERSİTESİ
İrtibat: raseyhoglu@hotmail.com , http://www.rahmihoca.com
Teşekkür: Yazıyı sitemize gönderdiği için Rahmi ŞEYHOĞLU’na teşekkür ederiz.
Gönderen KalemGuzeli 01 Mart 2008
Kategori : Çeşitli Konular Henüz yorum yok