Kalem Güzeli

Türk-İslam Sanatları

Sedef, Altın Gibi Değil; Mazisi Temiz


İTÜ Türk Dili Öğretim Görevlisi Şehmuz Okur ile Sedef üzerine…

Sedef deyince aklınıza ne gelir? Eskiden Padişahlar gelen yabancı misafirlerine hediye vermek istedikleri zaman fazla düşünmezlerdi, çünkü bugünlerde unutulmaya yüz tutmuş güzel bir sanatımız vardı bizim: Sedef İşçiliği. Her biri göz nuru ile işlenmiş sedef eserleri en nâdide hediye yerine geçerdi. Bugün de öyle. Ama iyi insanların iyi atlara binip gitmesi gibi iyi sanatlardan birisi olan Sedef de neredeyse unutulmaya yüz tuttu. İTÜ Türk Dili Öğretim Görevlisi Şehmuz Okur bu ecdat yadigârı sanat üzerine çalışan ender isimlerden.

Beyoğlu’nun arka sokaklarında üç katlı bir binada ahşabı, madeni, sedefi sabırla işlenmiş eserleri ile yaşayan Şehmuz Okur, yaptığı işlerle yurtdışında da isim yapmış biri. ABD, İngiltere, Kanada gibi ülkelerden gelen teklifler üzerine yaptığı çalışmaları da bulunan Okur, iyi bir sedefkâr olabilmek için İslam Felsefesi ile Türk kültür ve dilinin inceliklerini öğrenmek, Osmanlıca ve Farsça bilmek gerektiğini vurguluyor. Kendisi sedef sanatını uzun yıllar boyunca ders aldığı Tunuslu bir hocadan öğrenmiş. Okur ile sedefi ve sedef işçiliğini konuştuk.

Sedefkârlığın tarihçesinden ve bugünkü durumundan bahseder misiniz?

İlk buluntular Sümer mezarlarından ve Ortadoğu’dan çıkmış. Kızıldeniz ve okyanusların sıcak, akıntılı sularına yakın yerlerinde gelişen bir sanattır diyebiliriz. Bizde de, erken Osmanlı döneminde başlayan sedefkârlık giderek gelişmiştir. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde “İstanbul’da 100 dükkan, 500 neferdürler” ibaresi yer almaktadır ki, bu önemli bir rakamdır. Sultan II. Abdülhamit Yıldız Sarayı’nda, bizzat kendisinin de çalıştığı büyük bir atölye kurdurmuş ve bu atölyeden Atatürk’ün de takdirlerine mazhar olan Sedefkâr Vasıf Usta (öl.1940) yetişmiştir. Bugün ise diğer Türk- İslam sanatları ile birlikte yeniden bir canlanma mevcut. Bazı sanatçılar Osmanlı dönemi işlerini yeniden yapıyor. Yeni birtakım uygulama yapanlar da var.

Sedefkârlık nerelerde uygulanmıştır?

Bilirsiniz, Osmanlı devrine su ve ağaç medeniyeti denir. Osmanlı, ağaç ve dolayısıyla bir ahşap medeniyetinin sembolüdür. İstanbul başta olmak üzere bütün Anadolu ve Osmanlı topraklarında bu medeniyet yaşamıştır. Osmanlı sivil mimarisinde kullanılan bütün elemanlar ahşaptır. Mescitler, evler, kapılar, rahleler, Kur’an mahfazaları, sandıklar, nalınlar, mücevher kutuları vb. hep ahşaptan yapılmış ve tabii ki sedef ve diğer bezeme unsurlarıyla süslenmiştir. Bu işlerde geometrik, rûmî, hatayî desenler uygulanmıştır ve bugün de uygulanmaktadır.

Osmanlı’da sedef neden bu kadar yaygındı?

Sadece Osmanlıda değil, diğer bütün medeniyetlerde sedef vardı. Çünkü sedef çok fotojenik bir malzeme, sedeften yapılan bir eser insanı mutlu ediyor. İkincisi sedef denizden geliyor. Onun için mazisi temiz, altın gibi kirli değil. Dolayısıyla sedef hem diğer sanatlarda süsleme unsuru olarak hem de başlı başına bir malzeme olarak kullanılmıştır. Ahşabın yanında, altınla beraber, zümrüt, yakut, lal taşı gibi değerli taşlarla beraber hatta gümüşle beraber yan yana kullanıldığı zaman fotojenik bir görüntüsü olduğu için her yerde çok değişik şekillerde işlenebilir. Onun için benim sanatımı sorduklarında kuyumculuk ile marangozluk arasında bir iş diyorum. Bazen takı yapıyoruz bazen bir sarayın kapısını, bazen bir hocanın konuştuğu kürsüyü yapıyoruz, bazen insanların okuduğu Kur’an rahlesini…

Sedefte aynı zamanda bir devri de tanıyabiliyoruz değil mi?

Elbette, o sanatta aynı zamanda o devrin tasavvufî anlayışını da anlayabiliriz. Mesela bizim sanatkârlarımızın eserlerinde dünyayı, eşyayı nasıl algıladıklarını, devrin tasavvuf anlayışını görürüz. Her coğrafyanın, her medeniyetin kendine göre bir sanat anlayışı vardır. Daha doğrusu bu sanat anlayışının arkasında yatan bir dünya görüşü, kozmik âlem algılayışı vardır. Ve sanat eserlerine o devrin sanatkârlarının kozmik âlem algılayışının, eşyaya bakışının tezahürleri yansır. Uzakdoğu eserlerine bakarsanız onlar da sedef çalışmıştır. Bir karmaşıklık, bir hercümerç, insanı rahatsız edecek derecede bir giriftlik vardır. Avrupa sanatlarında da abartı, şatafat gözlenir. Yine Araplarda, bizimle aynı medeniyetin çocukları olan İran ve Arap milletlerinin de sedef işleme sanatlarında da girift, karmaşık bir hal var. Ama Türk işleme sanatında Osmanlının sadelikle beraber zarafetin sentezini görürüz. Bizim sanatımızın Avrupa, Arap, İran ve Uzakdoğu sanatlarından farkı budur. Sedefte bu çok bariz bir şekilde kendini ortaya koyar.

Eserlerinizden bahsedebilir misiniz bize?

Ben sadece sedefle uğraşan bir sanatçı değilim. Yaptığım, kuyumculuk ve marangozluk arası bir iş. Sedef bütünün bir parçasıdır. Ben ahşapla ilgili her türlü işi yapıyorum. Ahşap oyma, kakma gibi. Kapıyı ya da rahleyi yapıyorsunuz, üzerine süsleme unsuru olarak bazen sedef kullanıyorsunuz. Bazen altın, bazen gümüş, bazen kaplumbağa kabuğu ya da fildişi gibi değerli taşlar, tabiatta bulunan malzemeleri o ahşabın içine kakıyorsunuz. Dolayısıyla benim yaptığım iş sadece sedefkârlık olarak tanımlanamaz. Ben kündekârî sanatıyla da uğraşıyorum.

Sedef alanındaki belli başlı eserleriniz?

Benim en ciddi eserim Fatih Camii’ndeki vaiz kürsüsüdür. Oradaki vâiz kürsüsünün yüzde seksenini yeniden yaptım, tamamen harap olmuş vaziyetteydi. Fatih Camii’ndeki diğer kapılar pencereler ve diğer vâiz kürsüsü yine benim çalışmamdır. Altı, altı buçuk yıl Fatih Camii’nin içindeydi benim atölyem.

Ondan başka Tokyo Camii’nde bulunan sedefli vâiz kürsüsü, Berlin Camii’nde bulunan Kur’an muhafazası, yine Berlin ve Tokyo camilerinin kapılarında bulunan sedef işlemeler, oradaki fileto dediğimiz kenar süslemeleri benim çalışmalarım. Özel şahıslarda bulunan pek çok eserim de var. En son yaptığım Topkapı Sarayı’nda bulunan 4. Murat tahtının reprodüksiyonu da yine ciddi bir çalışmam.

Sedef sanatını öğrenmek isteyenlere neler önerirsiniz?

Öncelikle, ince marangozluk denilen ahşap ustalığı konusunda bilgi ve tecrübenin yanında makine kullanma alışkanlığı olmalı. Onlarca çeşit ahşap, sedef, fildişi, bağa, altın, gümüş gibi malzemeler var ve bunların hepsinin huyu, suyu farklı. Hazırlanışı tecrübe ve bilgi gerektiriyor. Kıl testeresi denilen basit aleti çok üst seviyede kullanmak lazım. Çünkü hassasiyet derecesi yüksek işlerde testere kullanımı çok zorlaşıyor. Ayrıca, hat sanatı ve desen konusunda bilgi sahibi olunmalı ve o sanatkârlarla istişare içinde çalışılmalıdır.

Bu sanatın öğretildiği yerler var mı?

Ben öyle bir yer bilmiyorum. Kurslar var kulağıma gelen, ancak bu işin kurslarla olacağına inanmıyorum. Bir sanat haftada birkaç saat bir kursa giderek öğrenilmez; sadece mâlumât sahibi olursunuz. Basit eserlerin kopyaları yapılabilir. Sanatkâr olmak için, sanatı icra etmek için ömrünüzü vermeniz gerekir. Hayatınızdaki haz denilen pek çok şeyi ertelemeniz gerekir. Hazzı ertelemeyen sanatkâr olamaz. Ben altı yaşımdan beri bu işin içindeyim. Cumartesi-Pazar hiç sokakta top oynamadım çocukluğumdan beri. Ve hayat böyle devam etti. Onun için bu iş kurs açılıp, insanların belli saatlerde gelip gitmesiyle öğrenilmez. Ama sedefçiliğe dair mâlumât sahibi olurlar. Sanatkâr olmak için yerleri süpürecek, tozunu yutacak atölyenin, yıllarını verecek. Bu şekilde sanatın püf noktalarını öğrenecek

Sedef sanatını nasıl canlandırabiliriz?

Sedef sanatında âbide eserler canlandırabilmek adına güç ve para sahiplerinin sipariş vermesi gerekir. Yoksa avama yönelik eserler yaparak ya da yaptırarak sanat canlanmaz. Ticareti olur, ama sanat ayrı bir şey.

Gençleri bu sanata nasıl çekebiliriz?

Sanat işi bence bir aşk işidir. Aşksız bir sanat icra edilemez. Kişinin önce yüreğinde o sanata karşı bir aşk olması gerekir. Bu da tabiî çok uzun bir yol ve eğitim işi. Eğitimle insan yönlendirilir, belli bir yola sokulur ve bilgilendirilir. Yani gençler bu sanat hakkında bilgilendirilirse sonra da yüreklerine aşk düşer.

Sizin var mı yetiştirdiğiniz öğrencileriniz?

Evet var. Şu anda benim kendi atölyemde yetiştirdiğim dört beş arkadaş var.

Sedef, ustasından neler bekler?

Bütün sanat dalları için geçerlidir bu cevap. Birincisi, aşk, ikincisi gayret, üçüncüsü zahmet, dördüncüsü sabırdır. Bunların hepsi bir araya gelirse, biraz da kabiliyet olursa aliyyü-l’a’lâ olur.

Gönderen 13 Şubat 2008

Kategori : Çeşitli Konular,Edebiyat Henüz yorum yok

Geri izleme | Yorumlar için RSS

Yorumlarınız

You must be logged in to post a comment.