Bu Ülkenin Hikayesi: Cemil MERİÇ
Benim neslimden olanlar, yani kafa kağıtlarında altmışların son yılları ile yetmişlerin ilk yılları yazılı olanlar, anarşiyi ilkokul sıralarından seyredip seksenli yılların güdük ve felsefesiz liberalizm havasını yaşayanlar talihsiz nesiller silsilesinin son halkasıdır. Bizler, ahlakçı nasihatlerle ve hayat felsefesi idealizm düsturları üzerine kurulmuş ya da kurdurulmuş, hızlı modernleşme ve gelenekler arasında nasıl bir hayat yaşamalıyız soruları ile cebelleşen bir nesildik. Ancak, ne gidilecek bir yol ne de sarılabilecek , hayatın manasını ve de hayata bakışımızı şekillendirebilecek bir felsefemiz yoktu. Herkes kendince yorumluyor kendince yaşıyordu. Müşterek değerler şahsileşmiş ve de siyasi kavramların yüzlercesi herkesin kendi anlayışına göre meydanlarda arz-ı endam ediyordu. Bu neslin küçükte olsa bir kısmı arayış içerisinde idi. Arıyorduk. Belki çoğu zaman ne aradığımızı dahi unutarak arıyorduk. Burnumuza kalitenin, seviyenin ve de asaletin azda olsa kokusunun geldiği her limanda duruyorduk. Bizler “Mehlika Sultana Aşık Yedi Genç” misali elimizde asa düşmüştük idealizm sokağının küf konan, dikenli yollarına…
Ey okuyucu! Sana anlatacağım bir yol hikayesidir. Bu satırların yazarının siyasi ve fikri yol hikayesinde uzun uzun mola verdiği bir limanın tasviri ya da vefa borcunun küçükte olsa ifasıdır. Bu hikayede tebessüme asla yer olmadığını bilerek; seni zorlayacak ve hatta utandırıp mesuliyet altına sokacak olan bir hikaye olduğunu baştan bilerek oku. Muhakkak ki, sözüm meclisten içeridir ve de bu memleketin mazisine, haline ve atisine dair lakırdı serdedenlerinedir. Hicap sahibi, kadirşinas, mütecessis (manaları unutulmuş olsa da) zevat ne demek istediğimi anlayacaklardır.
BİR İSİM CEMİL MERİÇ
Bindokuzyüzseksenyedi yılının yazı… TRT’de bir kişinin öldüğü haberi veriliyor ve ardından onunla ilgili belgesel niteliğinde bir program yayına sokuluyor.
Yarı karanlık bir odada, koltukta oturan ve kafasını öne doğru durmadan sallayan bıyıksız, saçları dökülmüş ve yüzünde acılarını tablolaştırmışcasına derin çizgiler taşıyan,bakışları garip yaşlıca bir adam…. Ölen şahsı tanımıyorum.
Evvela kafasını durmadan öne doğru sallayışı dikkatimi çekiyor ve sonra öğreniyorum ki, gözleri görmüyor. Acıyla karışık merak hissim artıyor. Sonra odanın duvarlarını dolduran binlerce kitap ve o kitapların neredeyse tamamını okuduğunu öğreniyorum. Hayretle karışık saygı hissi… Ve o günden bir ortaokul talebesi olan aklımda durmadan başını sallayarak düşünen, gözleri görmeyen, çok kitap okuyan ve eserleri olan bir isim kalıyor: CEMİL MERİÇ…
KAMUS NAMUSTUR…
Tanışmamız fazla uzun sürmedi. “Kamus namustur” sözleri ile başlayan yazısını “Bu Ülke” isimli eserinden ilk okuduğumda heyecanlanmış, günlerce kendi kendime mırıldanmış, olur olmadık yerde Kamus namustur ile başlayan nutuklar atmıştım. Amansız uydurukça düşmanlığımın sloganını bulmuş olmanın sevinci ile kitabı satır satır okumuş, hatta çölde günlerce susuz kalmış bir insanın iştahı ile pek çok yerini anlamasamda içmiştim. Ancak, her yazısını anlayamamanın verdiği huzursuzlukla da heyacanım azalmaya başlamıştı. Anlamaya başlamam uzun sürmedi. Onu anlamak için gayret ve hayret lazımdı. Çünkü kolay lokma değildi ve uzun uzun çiğnemek ve hazmetmek için çalışmak gerekiyordu. Cemil Meriç ne fıkra, ne hikaye ne de makale yazıyordu. O, edebiyatın, ustaları az olan beyine ve gayrete en fazla ihtiyaç duyulan sahasında “deneme” yazıyordu. Yazdıkları uğruna gözlerini feda edecek kadar da bu işi ciddiye alıyordu. Meriç , beyni ve yüreği olanlara hitap ediyordu.
DEHAMI HAYATIMA, KABİLİYETİMİ ESERLERİME VERDİM.
OSCAR WİLDE
Cemil Meriç’in hayatı alışılmamış ve de insana ancak, kitaplarda ve filmlerde olabilir dedirtecek cinsten bir dramdır. Aslında Cemil Meriç‘in hayatı, ikiyüz yıllık tarihimizin beyni ile yaşayan bir fikir adamında billurlaşmasıdır. Gerçi, tersten bir benzerlik sözkonusudur ama, onun hayatı bizim dramımızdır. O gözlerini kaybedip hakikat yoluna düşerken, bizler, cemiyet olarak gözlerimizi kaybedip hakikat ve irfan yolundan ayrılmışız.
Cemil Meriç’in dramı çocukluğunda ve yetiştiği muhitle başlar. Meriç 1916 yılında Hatay’da dünyaya gelir ve Hatay uzun yıllar Fransızların elinde kalacak olan bir vatan toprağıdır. Yani çocukluk yılları bir başka ülkenin vatandaşlığında geçer. Ayrıca küçük yaşlarda okumaya, hem de çok ciddi eserler okumaya başlayan kalın gözlüklü bu çocuk o yıllarda başlayan dramını şu sözlerle anlatır:
“12 aralıkta doğan bu çocuk itilmiş kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş. Daima başka, daima yabancı…Hasta ve düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. Yani düşünceye ve edebiyata, hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım.”
“Ben yalnızım. Babam hep çatık kaşlı, annem hep mızmız. Kasabanın çocukları hep korkunç. Bol bol dayak yiyor, hep hakarete uğruyorum. Şikayet edeceğim kimse yok. Mektep bahçesinde çocuklar oynuyor. Ben yine yalnızım ve yabancıyım. Dilim başka ve gözlüklerim var… Kendimden utanıyorum.”
Meriç’in çocukluğundaki sıra dışılığı arkadaşları arasında geçen şu konuşmada(Kemal Sülker anlatıyor) daha barizdir. Fuat isimli arkadaşına bir gün şöyle der:
—Geçen gün Bergson’da çok hoşuma giden bir fikre tesadüf ettim: İntuition…Bunun açıklamasını yapalım…
Fuat alaycı bir tavırla Hüseyin Cemil’e şöyle bir bakar ve…
——Bergson dediğin, bizim köşedeki kasapmı? O ne anlar entipüften…
Meriç bu durumdan her zaman şikayetçidir ve bu şikayetleri ileriki yıllarda da devam edecektir. Bu sefer şikayetçi oldukları çocuk değil koca koca akademisyen ve fikir adamı sıfatlarını taşıyan adamlardır! Bütün bu sebeplerin tesiri ile olsa gerek en beğendiği ve sık sık okuduğu beyit ise:
“ Bedbaht ana derler ki elinde cühelanın
Kahr olmak için kesb-i kemal-i hüner eyler “ dir. Ve artık Meriç bir karar vermek mecburiyetindedir ya Reyhaniye de kalıp insanların onu anlamasını ya da onlara benzemeyi seçecek veyahutta İstanbul’a gidecektir. Kararı İstanbul’a gitmek olur.
Meriç edebiyata ve fikir hayatına Reyhaniyede başlar. Edebiyata girişi defterler dolusu şiirle olur. Ancak kendi ifadesi ile şiirde Necip Fazıl ve Nazım Hikmet köşeleri tuttuğundan ona da deneme kalmıştır. Deneme ve tercüme artık onun sahasıdır.
HAKİKAT AVCISI YA DA FİKİR İŞÇİSİ
Meriç’in fikir hayatı Fransız mandası altındaki Hatay’ın Reyhaniye ilçesinde her Türk gibi Türkçülükle başlar. Sonra Büchner’in “Madde ve Kuvvet” isimli eseri ile ateist olur. Engels’in “Anti Duhrig”ini ve Marks’ın kapitalini okur.
Ve artık İstanbul yılları başlamıştır. Nazım Hikmet’le ve Kerim Sadi ile tanışır. O yılları şöyle anlatmaktadır:
“Binbir ümitle koşulan İstanbul.Geleceğin soğuk çehresi ve kabusa dönüşen şovenizm rüyası.Nazımla tanışma,Kerim Sadi. Sefalet ve kahkari bir hezimete benzeyen dönüş. İskenderun sancağı ve alışılmamış hürriyet havası. Putları kırılan göçmen çocuğu, yeni bir put bulmuştur :Sosyalizm” ve 1939’da tutuklanarak yargılanır. Ancak berat eder.
“Marksizm dediği zaman tek işçinin elini sıkmış değildir. Sadece namuslu olmak, korktuğu için sustu dedirtmemek istiyordu. Zaten yaşanmaz bir dünyada idi artık. Bir sığınaktı Marksizm, bir kaçıştı, bir yaşama gerekçesiydi. Belki de inanıyordu marksizme, eziliyordu ve ezilenlerin yanındaydı.” Anacak, Marksizm macerası da uzun sürmez, çünkü :”Kitaplardan tanımıştı sosyalizmi. Ne kadar anlamıştı, anlayabilir miydi? Sınıf kavgası yoktu Hatay’da, çünkü sınıf şuuru yoktu.”
Cemil Meriç beynini kanatırcasına düşünen , okuyan ve yazandır.İlerlemiş miyopuna rağmen geceleri ışığa yakın olabilmek için masanın üzerine sandalye koyarak saatlerce okur…okur…okur…
Türkçülük, ateizm, Marksizm derken önce Avrupa (1960) sonrada Hind’i keşfeder ve ona yönelir:
“Hind meçhule açılan kapıydı, meçhule, yani insana. Dört yıl Ganj kıyılarında vecdle dolaştım, sağ dediler…Saint Simonla uğraştım iki yıl, çağımız onunla başlıyordu, sol dediler. Hind’i yazarken tek amacım vardı: Asyanın büyüklüğünü haykırmak, yani bir vehmi devirmek, bir iftirayı yok etmek, Saint-Simon’u putları yıkmak için kaleme almıştım. Her iki kitapta peşin hükümlerin rahatını kaçırdı, ne sol’un hoşuna gittiler ne de sağ’ın.”
Aslında Cemil Meriç fikir hayatındaki bütün kargaşa ve iniş çıkış gibi görünen
dalgalanmalarına rağmen o tek bir şeyin peşindedir” Hakikatin.
Meriç bir Konya seyahati esnasında hayatını altüst edecek bir hadise yaşar:
“Konya yolculuklarında ilk defa olarak başkası ile temas ettim. Başkası, yani kendi insanım. Kaderin karşıma çıkardığı genç üniversiteli “ Sen bizden değilsin” dedi. “Sen bizden değilsin!”… Evet, ben onlardan değildim. Ama onlar kimdi? Uçurumun kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştum. Bu hüküm hakikatin ta kendisi idi. Tanzimattan bu yana Türk aydınının alın yazısı iki kelimede düğümleniyordu; aldanmak ve aldatmak. Bu kanet çemberinden nasıl kurtulacağız? Gerçeği görmek hatayı sonuna kadar yaşamakla mümkün. Yığın Avrupalılaşırken, aydınlar Türkleşmeli. Ve çalışmaya başladım. Spinoza kırkdört yaşında ölmüş, Nietzsche kırkdört yaşında delirmiş. Ben yolumu kırkdört yaşında buldum”
Meriç’in hayatındaki bu büyük hadise ve devamındaki değişmeler onun çevresi tarafından dışlanmasına hatta yok sayılmaya başlanmasına sebep olacaktır. O ise bütün fikri macerasını, şahsiyetini ve de metodunu hülasa edercesine şu satırlara sığınacaktır:
“Ben hayatımın delikanlılık çağından bu yana kadar düşüncelerimde hiçbir temel değişiklik yapmadım. Yani soldan hareket ettiğimde,sağda karar kıldığımda yanlış bir değerlendirmedir.
Hiçbir zaman solda olmadım, sağda. Ömrünü düşünceye adayan , Eflatundan, Marks’a kadar her düşünce adamını sevgi ve saygıyla selamlayan,bütün dinlere, bütün mezheplere saygılı bir kimsenin, herhangi bir kilise de barınabileceği nasıl düşünülebilir?…”
Meriç Konya seyahati sonrasında tam manasıyla “Araftaki Adam”dır. Ne sağdır ne de soldur. Bu durum Türkiye şartlarında ve o devirde anlaşılabilecek bir hal değildir. Meriç bir adresin etiketini taşıyamayacak ve bir kalıba giremeyecek kadar büyük ve engin bir fikir ummanının seyyahıdır.
“Benim trajedim şu birkaç satırda : Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok.Yani dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla “Büyük Doğu” kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla “Yöne” yakınım. Bu bir kopuş, parçalanış. (bilindiği üzere Büyük Doğu Necip Fazılın çıkardığı dergi, Yön ise Doğan Avcıoğlu’nun Sosyalist dergisinin ismidir.)
GÖRÜNMEYEN SEVGİLİ: PARİS
Meriç’in hayatındaki en büyük trajedi hiç şüphe yok ki, ileri derecede miyop olan gözlerinin tamamen kapanmasıdır.(1955) Hayattaki tek limanı kitaplar olan bir fikir işçisi için bu şüphesiz ölümden daha kötü bir durumdur. Keza, gözlerini kaybettikten sonraki yıllarda herkes uyuduktan sonra kalkacak ve kitaplarını görememenin acısıyla onları okşayarak ağlayacaktır.
Fransızcayı bir Fransız aydını kadar güzel konuşan ve Parisi hayallerinin şehri olarak tasvir eden Meriç’in gözlerini Pariste kaybetmesi ise ayrı bir talihsizliktir.
“Ben görmedim Paris’i… Paris evde yoktu… Ben rüyada gördüm Parisi gülümsedi ve kayboldu. Neden beni aramak için buralara kadar geldin, diye sitem etti. Bakışları.”
“Paris okuduğum romanların en tatsızı , en namussuzu,en kahpesi…”
“Gözlerimi yani her şeyimi kaybetmiştim. Tekrar çarka takıldım. Ölümü bir münci olarak arıyordum. Meselelerimi ancak o çözebilirdi, korkak olduğum için intihar edemedim.”
FİLDİŞİ KULEDEN
Cemil Meriç, bu isim,Türk fikir hayatında müstesna kalemler safında ne kadar hak ettiği yeri bulamamış olsa da o kendi değerini tarih içinde bulacaktır. Meriç bu noktaya gelebilmek için gözlerini feda etmenin yanında sefaletle beraber anlaşılamamak gibi korkunç bir cezayı da göğüslemek zorunda kalmıştır. Cemil Meriç üslubu için yıllarımı harcadım der ve divan edebiyatından, Sinan Paşa’ya ve Refik Halidlere uzanan bir çizginin yanı sıra Chateaubriand, Hugo ve Balzac’ı sayar. Amacını ise:
“Yazarı okuyucudan ayıran bütün engelleri yıkmak, sesimi bütün hiziplere duyurmak. Şuurun, tarihin, ilmin sesini…Öyle bir ifade yaratmak istiyorum ki, Türk insanının uyuşan şuuruna bir alev mızrak gibi saplansın. İsrafilin suru kadar heybetli bir dil. Sanatla düşünceyi kaynaştırmak.” Olarak tarif eder. Çalışma şeklini ise: “devamlı araştıran, sık sık , lügatlere, ansiklopedilere, kitaplara başvuran, notlar alan , özetler çıkaran böylece biriken malzemeyi fişleyen ,dosyalayan ,fazla titiz, fazla çalışan, fazla dürüst bir fikir işçisi, Cemil Meriç”dir.
Hakikatin araştırılmasında ise ilmin şüpheyle başladığı ve delilsiz konuşmanın dedikodu olduğu gerçeğini düstur edinerek “Düşünce şüpheyle başlar. Düşünce tezatlarıyla bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkum etmek değil midir?… Düşünmek, insan üzerinde düşünmek mutlaka yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur.” İnancındadır. Yaptığı işin mesuliyetini ve şeklini anlatırken aydının vazifelerini sayar; “Kalem sahiplerine düşen ilk vazife: Telaş etmemek , öfkelenmemek, kin kışkırtıcı olmamak. Halkı okumaya , düşünmeye , sevmeye alıştırmak. Bir kılıcın kazandığı zaferi, başka bir kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler tarihe malolur, tarihe yani ebediyete.” Meriç kimliğini ise “Bütün Kuranları yaksak, bütün camileri yıksak. Avrupalının gözünde Osmanlıyız” diyerek ortaya koyarken, her ne olursa olsun evvela kendimiz olmamız gerektiğini söyleyerek izmlerin yabancılığını şöyle ifade etmektedir; “izmler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri.İtibarları menşelerinden geliyor.Hepside Avrupalı .”
Meriç düşünce ve iflah olmaz bir okuyucu olmasının yanında kelimelerin efendisidir. Türkçeye hakimiyetinin yanında kelimelerin manalarını çatlatırcasına son noktasına kadar kullanan, onları sihirli birer ok gibi okuyucunun beynine çakabilen ustadır. O dil üzerinde siyaset yapılmasına ve yapısı ile oynanmasına karşıdır. Ona göre “Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla , hassasiyetiyle,şuuruyla … Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.Argo kanundan kaçanların dili,uydurma dil tarihten kaçanların…”
FİKİR AGORASINA DİKTİĞİ ABİDELER
Cemil Meriç, Mağaradakiler, Kırkambar, Bu Ülke , Kültürden İrfana, Umrandan Uygarlığa, Bir Facianın Hikayesi, Jurnal 1-2, Bir Dünyanın Eşiğinde , Saint-Simon gibi telif eserlerinin yanında bir o kadarda tercüme eserleri fikir agorasının tam ortasına hüküm bildiren ve erkekçe bir edayla dikerek 1987 yılının Haziran ayında ebediyete intikal etmiştir. Beyni ile yaşamış, kelimenin tam manasıyla “Beyin Adam” olmuş ; eğilmemiş ,bükülmemiş ve hep muzdarip olduğu anlaşılamamak cezasına düçar olmuş, ideolojilerin dar kalıplarına sokulmaya çalışılmış ve o kalıplar dar gelince dışlanmış mukaddes yalnızdır, Cemil Meriç.
Cemil Meriç ismi “Bu Ülkenin hikayesidir.” Bütün trajedisi, med-cezirleri, tezatlıkları, anlaşılmazlıkları, yüksek seviyesi ve zaafları ile “Bu Ülkenin” hikayesidir. Çünkü, o kendisini Türk irfanına adamış bir fikir işçisi idi. Kızı Prof.Dr. Ümit Meriç Yazan’ın ifadesi ile son rüyasında Abdülhamidi görmüş ve son sözü “H.z. Muhammed sevgilim oldu” olmuştur. O ebediyete giden yolun seyyahlarına ışık tutacak eserler bırakarak adını ebedileştirmiştir.
Cemil Meriç “Bu Ülkenin” insanlarının ve bilhassa aydınlarının hikâyesinde bir semboldür. İki asrı kucaklayan bazen ihanet, bazen de gafletlerle dolu batılılaşma maceramızda yüzlerce düşünen beyin batıya yelken açmış; pek azı “eve dönmüş”tür. Meriç geri gelen adamdır. Geri gelmekle de kalmamış “Bütün Kur’ânları yaksak, bütün camileri yıksak. Avrupalının gözünde Osmanlıyız” diyerek, gözleri kamaşmış bir vaziyette ”cebindeki güneş”in farkında olmayanlara haykırarak “beyhude çırpınıyorsunuz” ikazında bulunmuştur.
Ne büyük saadet ki, bu haykırışa cevap veren binler hatta milyonlar var artık. Bugün hakikati kendi evinde arayanlar ve “Işık Doğudan Yükselir” diyen nesiller gün geçtikçe çoğalmakta ve “her şey aslına rücu eder” hükmü tecelli etmektedir. Şimdiden o irfan ordularının her neferine selam olsun.
Necip Fazılın ifadesi ile “gözleri dünyaya kapanıp Allaha açılan” bu müstesna, bu büyük insana onu anlayarak borcumuzu ödemek ümidi ile mekanı cennet olsun. Vesselam…
A.RAHMİ ŞEYHOĞLU
GOP. ÜNİV
raseyhoglu@hotmail.com
YAĞMUR DERGİSİ EKİM 2007
Teşekkür: Yazıyı sitemize gönderdiği için Rahmi ŞEYHOĞLU’na teşekkür ederiz.
Gönderen KalemGuzeli 16 Şubat 2008
Kategori : Edebiyat Henüz yorum yok
Yorumlarınız
You must be logged in to post a comment.