Hiç eskimedi ki yenilensin!
Hat, ebru, tezhip ve minyatür… Geleneği olan sanatlarımız için en ürkütücü kelime yenilik. Reformla eş tutulduğunda tepki toplayan bu kavram, asırlardır süregelen yolculuğun devamını sağladığında onaylanıyor. Herkesin korkusu, yeniliğin yozlaşmayla karıştırılması.
Nakkaş Levnî sarayın gözde minyatürcüsü. Bugün saygıdeğer; ama mümkünse taklidinden sakınılması gereken bir usta. Levnî’yi daha ne kadar kopya edeceğiz? 18. yüzyılda dolaşmaktan sıkılmadık mı? diye soruyor sanatçılar. Şüphesiz yeni bir soru değil; fakat cevabı netleşmiş de değil. Geleneği olan sanatların çıkmazı bu; muhafaza etme, kem gözlerden sakınma insiyakıyla yeninin baştan çıkarıcılığı arasında kalmak. Yeni bir şeyler denemek isterken asıl çizgiden uzaklaşmak…
Minyatür söz konusu olduğunda anlayışla karşılanan yenilenme ihtiyacı özellikle hat ve tezhipte ciddi tartışmalara yol açıyor. Minyatür, resme yakın ne de olsa, saray düğünlerini anlatmanın çok da elzem olmadığı konusunda birleşenler çoğunlukta; ama Kur’an-ı Kerim’i daha iyi yazmak ve süslemek ihtiyacıyla ortaya çıkan hat, tezhip ve ebru için aynı şey söylenebilir mi? Geleneksel sanatlarımızdaki yenilik arayışlarıyla ilgili soruşturmanın fincancı katırlarını ürkütmeye benzer bir etki yaptığını söylemek gerek. Bütün sanatçılar aynı noktada buluştu; ama arada ‘fırça yiyen’ biz olduk. Kimi, “Ne demek efendim, neyi eskittik de yenileyeceğiz.” diye çıkıştı, kimi “Yeniliğe ihtiyaç var mı da ne demek canım, taş devrine mi dönelim.” diye… Bereket versin, sonunda cevabı bulduk.
Minyatürde yenilik deyince akla gelen isimlerden ilki Ülker Erke. Neredeyse yarım asırdır bu sanatla uğraşmanın verdiği güvenle hem taklitte ısrar edenleri hem de yenilik yapıyorum diye türlü garipliklere imza atanları kıyasıya eleştiriyor. Kültür Bakanlığı’nın her sene düzenlediği yarışmada ödül alan minyatürün bir kolajdan öteye gitmemesi sanatçıyı çileden çıkarmış: O minyatürü yapana mı kızayım, ona ödül veren jüriye mi, bilemiyorum. 21. yüzyılda Levnî kolajı mı birincilik alır. Bu kadar mı yenilikten uzağız?
300 yıl öncenin adamı değiliz ki…
Değişimi savunanların bildik refleksiyle, sözlerinin eskiyi hor görmekle ilgisi olmadığını vurguluyor, hattâ tekniği öğrenmek için eskiyi kopya etmenin elzem olduğunu da… Yeter ki, bütün bir sanat hayatı kopyayla sınırlı kalmasın. Hocası Süheyl Ünver’in teşvikiyle, Mevlevihaneler, halk dansları ve kostümleri, zeytinin hikâyesi, Selçuklu’dan Osmanlı’ya hastaneler, masal ve efsaneler gibi minyatüre yeni konular kazandıran Ülker Hanım, sınırı şöyle çiziyor: “Perspektifin olmamasına, boyamadaki yalınlığa ve tipleri karikatürize etmemeye özen göstermeli. Figürler birbirinin üzerini kapatmamalı. Minyatürü yapılacak dönemin tarihî olayları, mekânları iyi araştırılmalı. Atı birinden, binayı ötekinden alamazsınız. O iklimde palmiye yetişmiyorsa çizemezsiniz. Gerçekçi ve sade olmalı.”
Minyatürde adı yenilikle anılan bir başka sanatçı Nusret Çolpan. Eserleri açık alanları süsleyen usta ve tanınmış bir isim. Onun için Modern Matrakçı Nasuh diyorlar ki, bir ucu geleneğe giden bu tanım, sanatçının durduğu yeri iyi açıklıyor. Mimari bilgisini minyatürde konuşturan ve tıpkı Matrakçı gibi kent betimlemeleri yapan Çolpan’ın New York, Paris ve Tokyo gibi dünya şehirlerini minyatüre aktarması hayli ilgi çekti. Ona göre Matrakçı bu devirde yaşıyor olsaydı aynı şehirleri minyatürlerdi.
Asıl yeniliği gelecek kuşakların yapacağına inanan sanatçı, tarihimize ait önemli olayların bile henüz minyatüre aktarılmadığını hatırlatıyor: “İstanbul’un fethinin hiç minyatürü yok, gemilerin karadan geçirilmesi… Ya hiç yapılmadı ya da günümüze ulaşmadı. Peygamberler tarihi çizilmiş; ama Kızıldeniz’in yarılışı anlatılmamış.” İstanbul üzerine yaklaşık 200 minyatür çalışan Çolpan, bu aziz şehirden on bin tane minyatür çıkabileceğine inanıyor. Bebek Camii, Yahya Efendi, Yıldız Parkı, Çadır Köşkü, Boğaz’daki yalılar, iskeleler hepsi tek tek çalışılabilir. Türk Hava Kuvvetleri’nin talebi üzerine havacılık serüvenimizi anlatan bir minyatür hazırlayan, kar ve gece minyatürleriyle bir ilke imza atan sanatçı; “Herkes arayış içinde.” diyor, “Henüz hafıza tazeliyoruz. Atalarımızdan miras kalmış değerli bir antikayı tozlu raflardan indirmiş gibiyiz. Tozunu alırken kimi parlatıyor kimi kırıyor.”
Her santimin hesabını veririm
Anadolu şehir minyatürleriyle tanınan Nilgün Gencer de günümüzün çoğu usta sanatçısı gibi Süheyl Ünver’in rahle-i tedrisinden geçmiş. Ondaki yenilik aşkı da öğrencilerine, “Maziye dönülmez, maziden hız alınır.” diyen hocasından miras. Bu sözü kendine şiar edinen Gencer, Antalya ve çevresindeki antik kentleri mitolojik öykülerden aldığı ilhamla minyatürlemekle kalmamış, Doğu ve Güneydoğu şehirlerini eski uygar günlerindeki gibi aktarmış kâğıda. Önceleri türkülerden ve Anadolu kültüründen pek de hazzetmediğini itiraf eden Gencer, okumaya, araştırmaya, yöre insanlarıyla konuşmaya başladıkça tutkuyla sarılmış işine. ‘Çarşambayı Sel Aldı’ türküsünden mülhem minyatürü şimdi Çarşamba müzesinde. On yılda tamamladığı şehir minyatürleri serisi, hızla tükenen doğayı ve kültürü zaman tünelinden geçirerek gelecek kuşaklara yansıtmayı hedefliyor. Öyle ki şehirleri hiç görmemiş olsanız bile ilk bakışta tanıyabiliyorsunuz. İshakpaşa Sarayı’nın Doğubeyazıt’ta, Balıklıgöl’ün Urfa’da olduğu temel bilgisine sahip olmak şartıyla tabii…
Nilgün Gencer’in İstanbul minyatüründe de ilginç detaylar var. Boğaz Köprüsünün yerinde Fatih Sultan Mehmet’in atı duruyor. Çeçen eylemciler tarafından kaçırılan Avrasya Feribotu da unutulmamış Boğaz’da. “Her nakkaş kendi yaşadığı dönemi anlatmış.” diyor sanatçı; “Belli bir disiplin içinde yeniliğe açık olmak lazım. Kaldı ki, minyatürün bütün kurallarına uyuyorum. Kronolojik olarak o şehir kültüründe yaşamış olan uygarlıkların hepsini bir tabloda gösteriyorum. Her santimin hesabını verebilirim.”
Ebru literatürüne, ‘barut ebrusu’ adıyla yeni bir tür hediye eden Hikmet Barutçugil, yeniliğin en ateşli savunucusu ve belki bu yüzden en ağır eleştirilerin muhatabı. “Yeniliğe ihtiyaç yok dersek büyük bir ihanet ve bağnazlık içinde oluruz.” diyen sanatçı, yozlaşma korkusunu yersiz buluyor. Ona göre bu korku, insanı tekdüzeliğe götürür. Biraz cesur olmak lâzım; ama ‘yenilik yapmak, her kapısında bir ejderha bulunan kırk kapılı konağın kapılarını zorlamaktan farksız.’ Bu meşakkatli yola girmeden önce sanatın tekniklerini, geçirdiği evreleri hıfzetmiş olmak, kökü sağlam bir ağaç gibi durmak gerek. Gelenekli sanatların bütün üstatları bu konuda hemfikir; ancak kavramların yanlış algılanması ve belki de dost meclislerinin oluşturulmaması sanatçıları karşı karşıya getiriyor.
Ebrunun serüveni hep yeniliklerle örülü. 1700’lü yıllarda Hatip Mehmet Efendi’nin sık kullandığı tarz bugün ‘hatip ebrusu’ adıyla anılıyor. Nitekim 20. yüzyıla damgasını vuran Necmettin Okyay da kendi adıyla anılan laleler, güller, karanfiller geliştirdi. Öğrencisi Mustafa Düzgünman bu çiçeklere papatyayı ekledi. O hâlde, Hikmet Barutçugil’in efsun çiçeği niçin yadırganıyor? Sanatçının ebruyu değişik zeminler üzerine uygulaması da tepki toplamış. “Eleştiriler zaman zaman hakaret düzeyine vardı. Özellikle kravata ebru yaptığımı duyan bir büyüğümün incitici sözleri ulaştı. Ama bu tür sözler beni yıpratmak yerine kamçıladı. Yaptığım şeye inandım çünkü. Onların pencereleri puslu ve kirli olmalıydı.”
Yeni denemelere en elverişli minyatür ve ebruda hâl böyle; asıl zorluk hat ve tezhipte yeniyi soruşturmakta. Topkapı Nakkaşhanesi öğretim görevlisi Serap Bostancı, “Tezhibin kompozisyon kuralları vardır.” diye giriyor söze ve söyleşi boyunca da, elinde tuttuğu billur fanusu kırmaktan korkarmış gibi kaidelerin ehemmiyetini vurguluyor. “Elimizde iki ‘S’ vardır ve onların hangi yöne devam edeceği bellidir. İşte o ‘S’lerden birini anlamsız bir yöne çeviremezsiniz. Canınızın istediği yerden bir çiçek, yaprak çıkaramazsınız.” Kitap süsü olmaktan çıkıp levha sanatına dönüşen tezhipte renklerin de bir kuralı var. Bostancı, altın ve lacivert dengesine dikkat ettiğini, bordo ve yeşil kullandığını söylüyor; ancak “Koltuklarıma uyması için mor rengin ağırlıkta olduğu bir tezhip istiyorum.” diyen kişiyi geri çeviriyor. Sorun, morda değil, talebin düzeysizliğinde…Sanatçı yeni bir fikir düşündüğünde hat üstadına mutlaka danışıyor. Nitekim, büyük bir gülün içinde Peygamber Efendimizin hayatını anlatmayı düşündüğünde, çevresinden öyle tepkiler almış ki, çalışmayı yarıda bırakmış. Onu gayrete getiren Hattat Hüseyin Kutlu olmuş; “İnsanlar yeni olana açık değiller, devam et.” demiş hocası. Müzehhip Bostancı, gelenekli sanatlarda da kullanılmaya başlanan bilgisayara henüz başvurmamış. Kimi arkadaşları, eskizlerin ileri aşamalarını ve uygun renkleri iki dakika içinde belirlerken o saatlerce çalışmak zorunda kalıyor; çünkü el ve gözün uyum içinde çalışması esasına dayanan tezhiple arasına bir makine sıkıştırmak istemiyor.
Sanatımızla oynamak köprüye dinamit koymak gibidir
Hattat Hüseyin Kutlu, ‘yenilik’ kelimesinden hiç hazzetmiyor. Ona göre yenilikten ne kastedildiği çok önemli. Eğer yenilik, reform anlamında kullanılıyorsa gelenekli sanatlarımızın bir reforma ihtiyacı yok. Asıl kargaşa, kavramların yanlış kullanılmasında. Mesela, “Yenilik yaptım.” demekle “Yeni bir istif yaptım.” demek birbirinden çok farklı. “Niçin yenilik, neyi yenilemek ve nasıl yenilemek? Önce bu soruların cevabını aramamız lâzım.” diyor sanatçı: “Şimdiye kadar aklı başında, ehliyetli hiç kimse çıkıp, ‘Ben yenilik yaptım, yapacağım.’ dememiş. Dikkatinizi çekerim, 1000 yıllık bir süreden bahsediyorum. Yol alan bir gemi düşünün rotası belli. Bizim sanatlarımız nâmütenâhi bir ufka sahip.”
Hattat Kutlu, sözünü ettiği nâmütenâhi ufku ispat için “Hat sanatı taklitten ibarettir.” diyen bir öğretim görevlisine cevap olsun diye Nas suresini şimdiye kadar hiç yapılmamış şekillerde istif etmiş. Yine aynı şekilde kaidelerden milim taviz vermeden hiç denenmemiş Hilye-i Şerifler yazmış. Sanatçının tahammülünü zorlayanlar, ömründe bir sülüs elifi çizmediği hâlde “Ben bu işten sıkıldım, başka şeyler deneyeceğim.” diyenler. İşte onlar söz konusu olduğunda, Hüseyin Kutlu çileden çıkıyor; “Bizim sanatlarımız yeniliğe karşıdır demiyorum. Kendilerini yenilikçi olarak tanımlayanların mazide olanı bilmediklerini iddia ediyorum. Önce klasik hat sanatındaki altı kalemi bildiklerine dair bizi ikna etmeliler. Bu şekilde yenilik yapmak isteyenlerin elini değil ayağını öperim. Aksi takdirde sanatımızla oynamak ateşle oynamaktan kötüdür, köprüyü uçurmaktan beterdir, bayrağı yırtmaya benzer.” Önemli bir konuya da değiniyor Hüseyin Kutlu. Gelenekli sanatlarla uğraşan çoğu sanatçının, Osmanlı Türkçesi bilmeyişi… “O zaman hangi yenilikten söz ediyoruz ki.” diyor sanatçı, “Sanatımızın kaynağına ulaşamıyoruz biz daha?”
NİÇİN İSLAM SANATLARI DİYEMİYORUZ?
Şimdiye değin hep ‘geleneksel’ diye tanımladığımız sanatlar için uygun görülen yeni ifade; ‘gelenekli’. Ankara’da 2002’de düzenlenen 5. Türk Kültürü Kongresinde Prof. Uğur Derman’ın önerdiği gelenekli kelimesi bu sanatları icra edenler tarafından da benimsenmiş durumda. Prof. Derman’ın önerisi kongrenin ardından yayımlanan kapanış bildirisinde de kabul edilmiş; “Geleneksel kelimesinin kaldırılması ve gelenekli kelimesinin kullanılması, gelenekselin aynen kopya anlamında kullanılması ve geleneklinin eski unsurlar kullanılarak yeniden düzenlenmesi anlamında kullanılması…” O tarihte YÖK’e de bildirilen bu karara rağmen Güzel Sanatlar akademilerindeki ‘Geleneksel Türk El Sanatları’ ifadesi değiştirilmedi. Hikmet Barutçugil ise ‘İslam Sanatları’ tanımını niçin kullanamadığımızı sorguluyor; “İngiltere’deki üniversitelerde ‘İslam Sanatları’ bölümleri var. Doğrusu da bu; çünkü merkezde Kur’an-ı Kerim duruyor.”
Yazar: Ülkü Özel Akagündüz – Aksiyon Dergisi
Gönderen KalemGuzeli 13 Şubat 2008
Kategori : Ebru Sanatı,Hat Sanatı,Tezhip Sanatı Henüz yorum yok
Yorumlarınız
You must be logged in to post a comment.