Hicaz Yolunda ‘Terkib’ Bulmak
Bilgilerimizin sıhhatini, “bilinen” varlık, kavram yahut vakıanın kendisi kadar, “bilen”in parametreleri de belirliyor. Nesneleri gözlük camınızın renginde algılamanız, o nesnelerin gerçek rengi hakkında doğru bir bilgiye sahip olduğunuz anlamına gelmez. Bilhassa “tarih”i anlama ve yorumlama konusunda modernizmin getirip kucağımıza bıraktığı ciddi bir problemdir bu. Nitekim Osmanlı’nın durakladığına veya gerilediğine dair bilgiler, ilerlemeci bir bakış açısının subjektif yargılarıdır. Aynı şekilde, Osmanlı’nın emperyal niteliğinin anlaşılması ile mesela teokratik bir devlet olup olmadığı tartışmaları, Osmanlı’dan ziyade, nas gibi kabul edilen modern şablonlarla alakalı açmazlardır. Oysa bizim kültürümüzde, “anlamak” hem zihnî bir işlemi hem kalbî bir hassasiyeti ifade eder. Bu hassasiyet, bilgi nesnesine “suje”nin ölçüleriyle değil, “obje”nin kendi zaman, zemin ve şartlarındaki ölçülerle bakabilme inceliğidir. İnceliktir, çünkü kabullenmeseniz bile bir saygıyı, bir çeşit empatiyi icap ettirmektedir.
Böyle bir incelik mahrumiyeti sebebiyle yanlış anlaşılagelen meselelerden biri de Osmanlı’nın Hicaz’la alakalı tasarruflarıdır. Osmanlı’nın Hicaz’a bakışını ve bu bakışın şekillendirdiği bir politikayı; mukaddesatın, imanın, aşk’ın, sadakatin, alicenaplığın münkiri bir zihniyetle izaha kalkışanlar, belki “bilimsel” addedilmektedir ama “sahih” olamamaktadırlar.
Hicaz; Mekke ve Medine gibi mübarek beldeleri de içine alan geniş bir bölge. Yavuz’un Mısır’ı fethinden sonra “eyalet” statüsüyle “sulhen” ve “teyemmünen”, yani devlet için bir uğur, bereket veya şeref vesilesi sayılarak Osmanlı idaresine dahil edilmiş. 1919 başlarına kadar resmen bizim toprağımız olan Hicaz eyaletinde, “emir”lerin eski yetki ve konumlarına dokunmamışız. Hz.Peygamber’in soyuna hürmeten, Mekke ve Medine kalelerine bayrak çekmemiş Osmanlı. Hicaz ahalisi, vergi ve askerlikten muaf tutulmuş. Her kademedeki idarecilerle, bilhassa Mekke ve Medine halkının, neredeyse her ihtiyacı tam dört asır Osmanlı tarafından karşılanmış. Bütün bunları elbette dünyevî, dolayısıyla “denî” bir pragmatizmle anlayamazsınız. Başka hiçbir eyalete tanınmayan bu özel imtiyazları, “dinî duygu ve sembolleri kullanarak nüfuz kazanma politikası” şeklinde göstermeye çalışan “bilimsel” izahlar, vakıaya Osmanlı gibi bakamamanın, modern körlüğün, nasipsizliğin, kalp kararmışlığının tezahürü, yahut bir cibilliyet problemi olarak ciddiye alınabilir ancak. Ama öte yandan farklı bir tecessüsü, doğru bir idraki engellediği için de medeniyetimizin temelindeki ince fakat mühim ayrıntıları ıskalamamıza yol açarak çağdaş uygarlığın zilletine mahkumiyetimizi uzatır.
Osmanlı’ya bağlandıktan sonra her yıl düzenli olarak hac mevsiminde, Harameyn’e ulaşacak şekilde, “Surre Alayı” denilen özel bir birlikle Hicaz’a gönderilen para, altın, erzak gibi yardım ve armağanlar, değişik açılardan inceleme konusu yapılmıştır. Surre hazırlık ve alaylarının İstanbul’u âdeta bayram yerine çeviren şenlik havasından hareketle, bu unutulmaz merasimi hatıraları arasında nakledenlerde dahi söz dönüp dolaşıp yardımların miktarına, devlete yüklediği külfete, Arapların nankörlüğüne getirilmektedir çoğunlukla. Surre alaylarının coşkusunu ve uhrevî havasını yaşayan; bundan etkilendiğini itiraf eden son dönem Osmanlı ediplerinden Ercüment Ekrem Talû bile, “Asırlarca ne kadar külfetlerin, hediyelerin, hususiyle alâkanın, ne semereler verdiğini, ne karşılık gördüğünü Harb-i Umûmî’de hepimiz gördük!” sözleriyle hayıflanabiliyorsa, Osmanlı’nın değerlerinden tamamen kopmuş Cumhuriyet seçkinlerinin “Oralarda ne işimiz vardı?” yakınmalarına çok da şaşmamak lazım.
Surre alaylarını siyasî bir alışveriş, maddî bir diplomasi gibi anlar, develerin sırtındaki altın keselerinden gözünüzü alamazsanız, Osmanlı’yı ve onun temsil ettiği soylu medeniyeti havsalanıza sığdıramadığınızı itiraf etmiş olursunuz. Zira surre alaylarının “paha”ya gelmeyen “münîf” fonksiyonları, narin yükleri vardır Osmanlı nezdinde.
Her recep ayının ortasında Üsküdar’dan yola çıkarılan surre alayı, sadece resmî bir heyetten ibaret değildir. Civardaki hacı adayları da bu alayla birlikte hareket eder. İmparatorluğun değişik bölgelerinde o sene hacca niyetlenenler, güzergahlarının kesiştiği noktada bu kafileye katılırlar. Yolu surre kervanının hattına isabet etmeyen Osmanlı tebaası Müslümanlar ise Şam’a gelir, bekler, burada büyük kafileye dahil olurlar. Bu nihai buluşma sonrası toplanan muazzam kalabalık, derelerle beslene beslene büyüyen bereketli bir ırmak gibi, ramazan bitmeden Beytullah’a doğru hep birlikte akacaktır artık.
Böyle toplu halde hareket edilmesi, yol emniyetinin ve konaklama ihtiyaçlarının karşılanmasında elbette kolaylık sağlamaktadır. Hangi tarihte, nereden geçileceği bellidir. Neresi katediliyorsa, o mıntıkanın en üst idari yetkilisi, hacı adaylarının ve alayın güvenliğinden sorumlu tutulmuştur. Osmanlı, konaklama için düzenlemeler yapmış, sabit tarih ve sayı bilgilerine göre gerekli tedbirleri almıştır. Fakat kafile halinde hareket etmenin bütün bunların fevkinde bir maksadı vardır. Belki farklı dilleri konuşan, farklı aidiyetleri olan tebaa, aylar süren böyle bir yolculukta konuşa görüşe, yürüye bölüşe terkip bulmakta, “millet” olmaktadır. Bizim kitabımızdaki milletin tam tarifi budur: “Millet, kutsalın belirlediği bir yol ve istikamette, beraber yürümek suretiyle birbirine benzeyen insan topluluğudur.”
İstanbul’dan kurbanlarla, tekbirlerle, dualarla uğurlanan surre alayındaki deve, at ve katırların yükü arasında sikke-i hasene surreleri, halılar, kumaşlar, murassa avizeler, şamdanlar, sırmalı hil’atler, elmaslar, inciler, yoldaki çocuklara dağıtılacak renkli şekerler.. dışında “ferâşet çantaları” da vardır. Bu küçük meşin çantalara sivil halktan dileyen, gücü nispetinde para veya çeşitli armağanlar koymuştur. Bunlar, münhasıran Kâbe’nin, Efendimiz’in kabr-i saadetlerinin bakımı ve temizliği ile meşgul olanlara gönderilmektedir. “Ferâşet” ismi buradan gelmekte, “ferrâş”ların, yani mukaddes mekanları süpürüp temizleyen hademelerin yaptığı işi ifade etmektedir. Bu, Osmanlı’nın millet olarak da “hâdimü’l-Harameyn”lik iddiasındaki samimiyet ve iştiyakının yansımasıdır; ateşinin dışa vurmasıdır.
Nihayet bu kervan başka bir yükü, ama götürüp getirecekleri bir yükü daha taşımaktadır. Hayvanların üzerlerine muhafazalı bir şekilde yerleştirilmiş küçük cam kavanozlardır bunlar. İçlerinde mürekkep vardır. Evet, bildiğimiz yazı mürekkebi.
Muhtemelen haftalar önce, halis bezir yağı yakılarak biriktirilen is, kuş tüyü ile toplanmış, fırınlanmış, sonra arap zamkı, nar kabuğu suyu ve daha bir sürü ecza ile kaynatılmıştır. Güzel kokması için gül suyu ilavesi de unutulmamıştır bu arada. Ama hâlâ “mürekkep” değildir bu karışım; henüz terkibini bulmamıştır. Çok uzun bir süre, belki aylarca, ya bir havanda ağır ağır dövülmeli, ya bir şişede yavaş yavaş çalkalanmalı ki kıvamını bulsun. İşte mürekkep ustaları, işin bu en zor ve sabır isteyen faslını hac kervanına havale ediyorlar. Mürekkep, develerin sırtında İstanbul’dan Mekke’ye gidiyor, dönüyor; bu yolda sarsıla sarsıla terkibini buluyor.
İlginçtir, biz yazı yazmaya mahsus bu mayiye kendi adıyla “midâd” demek yerine ısrarla “mürekkeb” demişiz. Bütün karışımlar için kullanılabilecek genel bir ifadeyi böylece özelleştirip belli bir nesneye hasrederken “doğru ve güzel bir terkib”in ancak bu yolla yahut bu yolda sağlanabileceğini mi anlatmak istemişiz acaba? Belki, ama şurası açık: En sıradan bir nesneyi bile kutsalla irtibatlandırarak güzel ve anlamlı kılıyor Osmanlı. Terkibini Hicaz yolunda bulan mürekkebin artık başka güzelliklere malzeme yapılması kaçınılmaz. Onun için böyle mürekkeplerin hattı “hüsn-i hat” oluyordu. Onun için böyle mürekkeplerden bugünkü yüz kızartıcı matbuat türünden şenaatler hasıl olmuyordu.
Denilebilir ki bu mürekkebin kıvamı başka yöntemlerle de elde edilebilirdi. Üstelik bugünkü teknolojiyle bu terkip pekala daha kısa zamanda, daha pratik usullerle de yapılabilir. Doğru. Ama böyle mürekkebin hattında “hüsn” olmaz bu defa. Tıpkı başka yol ve yöntemlerle oluşturulmak istenen “millet”te (daha doğrusu “ulus”ta) hüsn ve hayır olmadığı gibi.
öyle ya hüsn-i hat başkadır, kâğıdın ak yüzünü kara eylemek başka!
Yazar: Ali YURTGEZEN
Mostar Dergisi – Aralık ’06 62.Sayfa
Bu makaleyi tavsiye eden Asaf Ali Kök beyefendiye teşekkür ederiz.
Gönderen KalemGuzeli 16 Şubat 2008
Kategori : Hat Sanatı,Osmanlı Medeniyeti Henüz yorum yok
Yorumlarınız
You must be logged in to post a comment.