'Osmanlı Medeniyeti' kategorisi için arşiv
Türk-İslam Sanatları
Mimar Sinan’ın ölümü ile Osmanlı mimarisinde “Klasik Dönem” diye adlandırılan çağ kapanmış, ama bu büyük ustanın etkileri uzun süre devam etmiştir. Bu etki, özellikle cami planlarında çok güçlü ve kalıcı olmuştur. Mimar Sinan’ın şehzade Camii’nde geliştirdiği dört yarım kubbeli sistem, birçok yapıda yinelenmiştir. Bunlar arasında en önemli olanı Sultan Ahmet Camii’dir. I. Sultan Ahmed’in mimar Sedefkar Mehmed Ağa’ya yaptırdığı bu külliye, Sinan’ı izleyen, onun ekolünü sürdüren yapılar arasında en tanınmış örnektir denilebilir. Külliyenin merkezini oluşturan cami, dört yarım kubbeli plan şemasının başarılı uygulamalarından biridir. Yapının öteki camilerden ayrılan yönü ise avlunun dört köşesinde ve caminin iki yanında birer olmak üzere altı minareye sahip oluşudur. Caminin avlusu da ortasındaki şadırvanı ve çepeçevre revaklarıyla klasik dönemdekilere benzer. Ancak ayrıntılarda bazı farklar vardır. 17. yüzyılın ilk yıllarına ait olan bu yapıda dikey hatların ön plana geçmeye başladıkları görülür. Süslemede klasik motifler ele alınmış, ancak kompozisyon anlayışında bazı küçük farklar belirmiştir. Caminin iç mekanı aydınlık ve ferahtır. Kubbenin çok iri payelere oturtulmuş olması mekan bütünlüğünü az da olsa zedelemektedir. Ama bu durum, aynı tipteki yapıların ortak bir özelliğidir.
Bilgilerimizin sıhhatini, “bilinen” varlık, kavram yahut vakıanın kendisi kadar, “bilen”in parametreleri de belirliyor. Nesneleri gözlük camınızın renginde algılamanız, o nesnelerin gerçek rengi hakkında doğru bir bilgiye sahip olduğunuz anlamına gelmez. Bilhassa “tarih”i anlama ve yorumlama konusunda modernizmin getirip kucağımıza bıraktığı ciddi bir problemdir bu. Nitekim Osmanlı’nın durakladığına veya gerilediğine dair bilgiler, ilerlemeci bir bakış açısının subjektif yargılarıdır. Aynı şekilde, Osmanlı’nın emperyal niteliğinin anlaşılması ile mesela teokratik bir devlet olup olmadığı tartışmaları, Osmanlı’dan ziyade, nas gibi kabul edilen modern şablonlarla alakalı açmazlardır. Oysa bizim kültürümüzde, “anlamak” hem zihnî bir işlemi hem kalbî bir hassasiyeti ifade eder. Bu hassasiyet, bilgi nesnesine “suje”nin ölçüleriyle değil, “obje”nin kendi zaman, zemin ve şartlarındaki ölçülerle bakabilme inceliğidir. İnceliktir, çünkü kabullenmeseniz bile bir saygıyı, bir çeşit empatiyi icap ettirmektedir.
Güzellik duygusu (fikri ve dışavurumu) her medeniyet ve kültürde farklıdır. Öz, içerik, şekil, genel yöneliş ve tavır, yaklaşım tarzı, diğerlerinden yararlanma fakat ilhamını kendinden alma, kendine özgü algılama ve aktarma bakımlarından her medeniyet farklı bir güzellik ideası ortaya koyar. Aslında mantığın doğruluk (gerçeklik), ahlakın iyilik, sanatın güzellik kavramları üçlü bir sacayağı teşkil ederler, yani bir bütündür ve birbirinden ayrı ve bağımsız değildir. Doğrulukta bir güzellik ve iyilik yönelişi de bulunmaktadır. İyilik, güzellik ve doğruluğun ana baba bir öz kardeşidir. Güzellik, iyilik ve doğruluktan ayrılırsa çirkinliğe dönüşür. Kesiştikleri bölgelerin büyük genişliğine rağmen, sadece kendilerine ait alanları da vardır, ama bu durum bizim bunları birbirinden tamamen bağımsız kabul etmemizi gerektirmez. Nitekim yazının ileri satırlarında güzelliğin, doğruluğun ve iyilikle ilişkisinden de bir nebze daha söz edeceğiz.