Mahallenin Çocukları
Ünlü şehirlerde ünsüz gezdiler
Bazen de bir sessiz köye geldiler.
…………………………………..
Din-ü devlet ile mülk-ü millete
Asi olmadılar uya geldiler.(Dilaver Cebeci)
Eskiden mahalleler vardı. Kocaman bir aile gibi kalabalık ve geniş; ruhun, değerlerin ve insanların oturduğu, herkesin bir adının ya da lakabının olduğu ve kendine mahsus rütbe sistemi ile çalışan mahallerdi mahalleler. Bu mahallerin paşaları dede ve nineler, onbaşı ya da çavuşları ağabeyler, erleri de çocuklardı. ( Bu rütbeleme sisteminde Paşalık sıfatı dede de olurdu ama sözü geçen, emirleri demiri kesen ninelerdi. Bu nasıl ataerkillik ve bu nasıl ”erkek egemenlik” diye kafamı karıştıran bu işi, işin erbabı bir dedeye sorduğumda “yaş altmışı geçince artık hanımla iki elti gibi oluyorsun. Eltilikte de o daha tecrübeli olduğundan sesini fazla çıkartamıyorsun” demişti.)
Mahalle de gürültünün, canlılığın, kir ve pasağın bir numaralı mümessili; bayramların ve evlerin şenliği, yaşlıların sırdaşı ve bastonu olan çocuklar…Ve…”Çocuklar canım çocuklar yenilginiz kutlu olsun” diyen Dilaver Cebecinin mısralarına nazire yaparcasına “yaşayan ve yaşatan” insan evlatlarının hayırlı olmak şartıyla her şeyleri olan çocuklar, mahallenin çocukları…
Mahallenin çocukları… Anadolu bozkırlarının annelerine “anam”, arkadaşlarına “gardaş” diye hitap eden, aynı tencereye kaşık sallayarak ve birkaç kardeş aynı döşekte koyun koyuna yatarak büyümüş, yaş pastayı üniversite yıllarında pastane vitrinlerinde görmüş; her genç kıza bacım, yaşlısına da abla ya da teyze demeyi şiar edinmiş, başı önünde mahalleye girip, namahremle konuşurken yüzü kızarmış, beş vakit kılmasa da cumaları kaçırmamış, ramazanlarda oruç tutmayı dinin en temel hükmü gibi firesiz ifa etmiş kavruk delikanlılarıydı.
Yedi göbek nesepleri helaldi
Helal rızıkları yiye geldiler.(Dilaver Cebeci)
Yakup Kadrinin “Yaban”ındaki çorak toprakların ya da Şevket Süreyya’nın “Suyu arayan adam”ındaki kaderi ile başbaşa kalmış tevekkülden başka tutunacak dalı kalmamış aç ve bitap ama vakur insanlarının torunlarıydı onlar.
Kadınları doğdukları mahallin dışında başka bir yer görmeden terki dünya eylemiş, erkekleri de ancak, askerlik sebebiyle başka şehirler ve insanları tanıyabilmişlerdi. Onları hayatta ve ayakta tutan komşuluk, tevekkül ve hurafelere bulanmışta olsa güçlü itikatları idi. Onlar, kaderciydiler ve bazılarının burun kıvırdığı kadercilikleri sayesindedir ki, insan havsalasının alamayacağı pek çok trajediye göğüs gerebilmişlerdi.(Kedisinin ölümü karşısında kahrolan zümre, dört nesil evinin erkeğini değişik cephelerde kaybetmiş olmanın acısına katlanabilir miydi? Merak etmiyorum doğrusu.)
Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolunun(necip fazıl)
Açlıkları ve sefaletleri dedelerinin terekesinden annelerinin ak sütü gibi helal bir şekilde paylarına düştüğünde hiç kimse bu ahvale itiraz etmemişti. Hatta devrin gazetesi bile garibanlar plajlara gidince “Halk plajlara akın etti vatandaş denize giremedi” diye manşetten bu toprakların kahrını çeken insanlarına bakışı da hülasa etmiş oluyordu. Külfette hemen ilk sıraya yazılan insanların nimette esameleri okunmuyordu. Onun devlet kapısına gelince şapkasını eline alıp “Beyim” diye iki büklüm hitap etmesinin kerametini kendisinde görüp, “Beyim” hitabının altında yatan derin asaletin sırrına vakıf olamayanlar onları hep horlamışlar hep itelemişlerdir.
Onlar, “mahallenin çocukları” olarak nüfusa kaydolmuş ve mahallenin çocuğu olarak büyüyüp serpilmişlerdir. Mahallelerde insanlığı, mahallelilerle derin sosyal fırtınalara ve çilelere göğüs germeyi öğrenmişler; açken komşusunun tok olmadığını bilmenin deruni kardeşliğini paylaşmışlardır.
Allah’in on pulunu bekleye dursun on kul,
Bir kisiye tam dokuz, dokuz kisiye bir pul. ( Necip Fazıl )
Onlara “hal” hep kader olarak kabullendirilmiş ve sınırları zorlamanın ne hadleri ne de kaderleri olmadığı telkin edilmiştir. Mahallelerinde sessiz ve mütevekkil yaşarken “yurdumun insanları” olanlar, gün gelip yüksek sesle konuşmaya başlayınca “mahalle baskısı”nın failleri olarak itham edilmeye başlanmıştır.
Türkiye’de eğitim “sosyal statünün” yani sınıf atlamanın ikinci yoludur. Birincisi nedir diye soracak olursanız? Onun cevabı ya “Boğazdaki Aşiret”ten olmak ya da bu saadet dairesine yakın olmaktır.
İktidar tatlıdır ve nimetleri vazgeçilemeyecek keyfiyette bağışıklık yapar. Yıllarca muktedir olanların kapris ve hırçınlıkları mazur görülmelidir. Ne var ki, zaman denen acı gerçek “değişmeyen tek şey değişmektir” hükmünü sahneye tekrar koymuş ve batının asırlarca evvel yaşadığı sosyal dönüşümü bizim bünyemizde de icraya başlamıştır.
Modernizm ve şehirleşme beraberinde, cemiyetin yeniden harmanlanması ve altüst oluşuna sebep olmuştur. Ticaretten anlamaz denen Anadolu esnafı holdingleşmeye, cahil denen kavruk bozkır delikanlıları üniversitelerden diplomalar alarak meydanlarda görünmeye başladıklarında birileri daha eğitimli çalışanlarımız olacak diye hayaller kurarken karşılarına rakip olarak çıkacaklarını tahmin edememişler miydi? Yoksa anlamışlardı da, önüne mi geçememişlerdi?
Mahallenin çocukları büyüdü… Artık, ilk mektebi bitirip çırak “durmuyorlar” bir ustanın yanına ya da askerden gelip bir devlet kapısına kapağı atmaya çalışmıyorlar. Birileri “İslam’ın Protestanlaşması” gibi abuk subuk batılı bir şablona uydurma alışkanlıklarına devam etse de zaman hükmünü icraya devam ediyor. Bir İsrailli bu gerçeği esprili bir dille çok güzel anlatıyor :”Türkler tüccar oldu, Yahudiler asker, dünyanın düzeni ondan bozuldu”
Mahallenin çocukları büyüdü… Artık ütopyalarla yaşamanın ya da devleti sokaklardan dönüştürmenin, kendini kurtarmadan memleketi kurtarmanın ham hayal olduğunu idrak etti. Şehirlileşmenin, eğitimin ve iktisaden güçlü olmanın farkına vardı. “Devletin serveti doğurduğu” bir kültürde liyakatları ile tebarüz etmeye başladılar ve aile fotoğrafları ile nerden nereye dedirtiyorlar.
Mahallenin çocukları büyüdü… Neyi, niçin yaptıklarını biliyorlar. İnandıklarını ve inanmadıklarını bilgiyle teçhiz edip muarızlarına kök söktürüyorlar münazaralarda. Sadece mahallerini tanıyan mahallenin çocuklarına dünyanın dört bir yanında rastlayabiliyoruz artık.
Mahallenin çocukları büyüdü. Dününden her nedense utananlarının aksine başı dik gurur duyduruyorlar milletlerine ve çok şükür fakirlik edebiyatı yapmadan tarihçe-i hayatlarını anlatabiliyorlar ya da yanlarındaki gariban, kasketli babalarından utanıp “Bizim bahçevan!” demiyorlar artık. Bugünlere gelmemim gizli kahramanı dercesine “Babam!” diyorlar.
Her kültürün hedefi şehirli kültür olgunluğuna ve gelişmişliğine ulaşmaktır. Çünkü, medeniyetler şehirlerden doğar. Şehirlileşmiş bir kültürün kaynağı da yerlilik, yerleşiklik ve kültürel devamlılıktır. Yerlilik, sosyolojik olarak şehirlileşmenin ne kadar nirengi noktası ise mahallelerde yerliliğin tahsil edildiği mekteplerdir. Mahalleleri dağılmış cemiyetlerin insanlıktan ricat etmiş ordular mesabesine düştükleri işin ehlinin malumudur. Teşbihte hata olmaz hükmüne sığınarak diyebiliriz ki; mahalleler kültürün tatbik edildiği, yenilendiği ve geliştirildiği atölyelerdir.
Utanmak, ayıplanmak ve ahlak insanlara mahsustur. Bu hislerin en yoğun ve en pratik şekliyle yaşandığı mekanlar ise mahallelerdir. İnsan tek başınalığı ile sadece yeise ve yanlışa düşer. İnsanın insanlara ve insanlığa ihtiyacı vardır. Çünkü, zekamız doğuştan, aklımız ise sonradan insanlarla şekillenir. İnsanlığın en muhteşem sosyolojik kurumlarının başında mahalleler gelir. Unutmayalım ki, son nefeste bir yudum su isteyebileceğimiz sadece mahalledeki komşumuz olacaktır.
Mahalleleri topa tutarak yok etmenin hiç kimseye faydası olmayacağı kesin. Bu hükmü bize hislerimiz değil sosyoloji denen ilim söyletmektedir. Bunun aksi ya abesle iştigaldir ya körlüktür ya da art niyetliliktir.
Her cemiyet yeni nesillerine kendi kültürünü aktararak, kendinden sonra geleceklerin de kendine benzemesini ister. Bu gayet tabiidir. Malum mıntıkaların fertleri kendi çocuklarının “mahallelilere” benzemesini ne kadar istemezse, mahallelilerde kendi çocuklarını “yabancılaşmış” görmek istemez.
Mahalleler bu cemiyetin kaleleridir. Mahalleler her ferdin kimliğini kazandığı ve ilk aidiyet provalarını yaptığı mekanlardır. Bu hakikat kürre-i arzın her karışında bu minval üzeredir. Her ademoğlu mahallesinin etiketi ile insanlık arenasında arzı endam eder. Bu ilmi bir hakikattir. (Bu satırların müellifine inanmayanlara en basit bir içtimaiyet kitabı tavsiye olunur, bulamayanlara hatta tedarik olunur.)
Mahallelerden rahatsız olanlar, mahallelerin kimliğinden rahatsız olanlardır. Mahallelere kızanlar, aslında arka mahallenin sakinleridir ve kendi mahallelerinin daha güzel ve daha iyi olduğunun iddiasında olup, bütün mahallelere kendi mahallelerine benzemeleri için baskı yapanlardır; mahalleyi hala sahipsiz ve eski mütevekkil! mahalle zannedenlerdir.
Amma ve lakin, bütün alem şunu bilsin ki; mahallenin çocukları, mahallelerini de diğer mahallelerin insanlarını da seviyorlar. Ancak, yıllardır hala birilerinin mahallelerinde “salyangoz” satmasından ve mahallelerinin adını kötüye çıkarmaya çalışmalarından da sıkılmışlardır. Maalesef, “dükkan kapanmıştır”, yetim malı gibi yağmalanan mahallenin, çocukları büyümüş ve bedelini dedelerinin ödediği mirasa sahip çıkmaya başlamışlardır. Artık, “karavanada” adı okunanların masada yeri olacaktır. Vesselam…
BERCESTE KASIM 2007
Yazar: A. RAHMİ ŞEYHOĞLU – GOP ÜNİVERSİTESİ
İrtibat: raseyhoglu@hotmail.com
Teşekkür: Yazıyı sitemize gönderdiği için RAHMİ ŞEYHOĞLU’na teşekkür ederiz.
Gönderen KalemGuzeli 16 Şubat 2008
Kategori : Edebiyat Henüz yorum yok
Yorumlarınız
You must be logged in to post a comment.