Kalem Güzeli

Türk-İslam Sanatları

Segâh Tekbîr, Salât-ı Ümmiyye ve Mustafa Itrî Efendi


Üç asır önce büyük Itrî, Sevgili Peygamberimiz için, şunları yazmıştı:

“Sâyesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tûr’sun
Mihr-i âlem-gîrsin başdan ayağa nûrsun
(Tûr dağındaki gibi gölgesi yere düşmeyen bir fidansın.
Evreni ele geçirmiş bir güneşsin, baştan ayağa nursun.)
Tarîk-i gülzâr-ı âlem, mâlik-i mülk-i adem
Münkîrine mahz-ı mâtem mü’minine sûrsun
(Cihanın gül bahçesini bırakmış yokluk ülkesine sahip olmuşsun.
İnkârcılara matem tutturur, müminleri sevindirirsin.)

El benim dâmen senin ey Rahmeten li’l-alemîn
Şöhretim isyan benim sen afv ile meşhûrsun
(Ey alemlere rahmet olarak gönderilen! El benim, etek senin.
İsyan ile şöhret bulan ben, affetmekle meşhur olan sensin.)

Ya Resûlallah umarım diyesin Rûz-ı Cezâ
Gerçi cürmün çokdur amma Itrî’yâ mağfûrsun
(Yâ Resulallah! Umarım kıyamet gününde dersin ki;
“Ey Itrî! Biliyorum suçun çoktur. Ama affedildin, suçun bağışlandı.)

Yazımın mukaddimesi yaptığım bu beyitler, büyük bestekâr Itrî’nin gönül dünyasının zenginliğini ortaya koymak için her halde kâfi gelecektir. Bu beyitler, Peygamberimiz için yazılan na’tlar içinde önemli bir yere sahiptir. Itrî bu şiiri Nühüft makamında bestelemiş ancak bu beste günümüze kadar gelmemiştir.
Yan tarafta notasını verdiğimiz Segâh makamındaki Salât-ı Ümmiyye’nin ve Tekbîr’in de bestekârı olan Itrî’yi ne kadar tanıyoruz? Bu yazıyı kaleme almamın asıl sebebi, bu soruya olumlu bir cevap verebilmeye katkıda bulunmaktır. On yılı aşkın bir süredir çeşitli okullarda derslere girdim. Her okulda, öğrencilerime, Itrî diye bir ismi duyup duymadıklarını sordum. Üzülerek belirtmeliyim ki onlardan bir kez bile olumlu bir cevap almış değilim. İlk ve ortaöğretim yıllarıma dönüp düşünüyorum. Bu soru bana yöneltilmiş olsa idi, olumlu cevap verebilir miydim? Hayır. Çünkü Itrî’yi biz de maalesef çok geç öğrendik. Bu sebeple öğretmenlerin, kültür, sanat ve edebiyat bilgilerini, imkân ölçüsünde, öğrencilerine aktarmaları ve bu konularda biraz daha duyarlı olmaları gerektiğini bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Şimdi her girdiğim derste Itri’yi, Segâh Tekbîr’i, büyük bestekârlarımızı, önemli kültür ve sanat adamlarımızı fırsat buldukça hatırlatmak ve öğrencilerimin beyinlerine nakşetmek için çaba sarf ediyorum.
Kimdir Itrî? Bazı ansiklopedilerin, dünyanın gelmiş, geçmiş ve büyük ihtimalle de gelecek en büyük bestekârı olarak nitelendirdikleri, Beethoven’ın, onun için “Ben hayatımda böylesine üstün bir bestekâr görmedim.” dediği Itrî. Bine yakın eser besteleyen, fakat ne yazık ki ancak 41 bestesi elimize ulaşan Itrî, 1640’da İstanbul’da doğmuştur. Çok küçük yaşta başladığı tahsil hayatını başarıyla tamamladıktan sonra Yenikapı Mevlevihânesi’ne devam etmiş ve burada dinî mûsikî öğrenmiştir. XVII. asrın büyük mûsikî üstadı Hafız Post’tan aldığı derslerle mûsikî ilminde ilerleyen Itrî, klasik musikimizi zirveye çıkarmıştır. Bestekâr ve mûsikîşinas olması yanında, Siyâhî Ahmed Efendi’den Edebiyat ve Hat dersleri almıştır. Hat sanatında da hayli ilerleyen Itrî, bilhassa ta’lik yazıda devrin hat ustaları arasında sayılır olmuştur. Sultan IV. Mehmed’in takdirini kazanan Itrî, Enderun’a hoca olarak tayin edilmiş ve Enderun’daki talebeye mûsikî dersleri vermiştir. Eserleri İmparatorluk döneminde üç kıtada söylenen, günümüzde de milyonlarca Müslüman’ın dilinden düşmeyen Itrî’nin şahsiyeti ve eserlerini Yahya Kemal, mükemmel bir şiirle değerlendirmiştir. Şiirin ilk beyitlerinde şöyle demektedir Yahya Kemal:

Büyük Itrî’ye eskiler derler,
Bizim öz mûsikîmizin piri;
O kadar halkı sevkedip yer yer,
O şafak vaktinin cihangiri,
Nice bayramların sabah erken,
Göğü, top sesleriyle gürlerken,
Söylemiş saltanatlı Tekbîr’i.
Tâ Budin’den Irak’a, Mısır’a kadar,
Fethedilmiş uzak diyarlardan,…
Bayram ve teravih namazlarında veya her türlü etkinlik içerisinde bizlerin ve neredeyse tüm İslam aleminin büyük bir vecd ile okuduğumuz, Yahya Kemal’in ifadesiyle “Saltanatlı Tekbîr”in (Allahü Ekber Allahü Ekber Lâilâhe İllallahü Vallahü Ekber Allahü Ekber Velillahi’l-hamd) ve Salât-ı Ümmiyye’nin (Allahümme salli ala seyyidina Muahemmedini’n-Nebiyyil’ümmiyyi ve alâ âlihî ve sahbihi ve sellim.) bestecisi Buhûrizâde Mustafa Itrî Efendi, dünya çapında şaheserler meydana getirmiş mûsikî üstadıdır. Tekbîr ve Salât-ı Ümmiye’nin yanında, Dilkeşhâveran makamında Salât ve birçok ilahi ve ayinler, şarkılar bestelemiştir. Özellikle ilk ikisi, çok kısa birer melodi cümlesi içinde yarattıkları etkinin yoğunluğu bakımından Türk Mûsikîsinde benzersiz bir sanat gücüne sahiptir. Mevlevihanelerde, sema törenlerinde ayinden önce okunan, Rast Na’t-ı Menlânâ, Itrî’nin Mevlevi musikisine en kalıcı katkısıdır. Itrî Efendi üç asırdır milyonlarca mü’minin dilinden düşmeyen bu muhteşem bestelerin bestekârı olarak gönüllere taht kurmuştur. Itrî hakkında bir çalışma yapan Rüştü Şardağ, Itrînin na’ttan, türküye, tekbirden şarkıya, ayinden kantoya kadar çok geniş yelpazede eserler bestelemesinin çok önemli olduğunu vurgulayarak, şöyle der: “Bunun bir anlamı da bu büyük Müslümanın, sanat özgürlüğünü, İslam’a aykırı değil yakışır bulmasıdır. Zamanımızın ufku dar insanlarını derin derin düşündürecek olan bu gerçek Müslüman’ın öncülüğüne alkış tutalım.”
Rüştü Şardağ’ın ifadeleri ile Itrî, hayatını büyük bir alçakgönüllülük içinde sürdüren, tasavvufçu olarak dünyaya karşı çekimser, Mevlevî olarak içine dönük, kendisi hakkında hiçbir bilgi sızdırmayacak kadar alçak gönüllü, babacan bir kimsedir. O, kendi yaşamı üzerine adeta kalın bir perde çekerek namsızlığın tadını çıkarmak istemiştir. Şardağ, kaynaklarda, Itrî hakkında sınırlı bilgi bulunmasının sebebini, onun bu mütevazı kişiliğine bağlar.
Bu büyük bestekârın yeteri kadar tanınması gerekirdi. Çünkü ülkemizde yüz binlerce öğretmen, her ilçede, kasabada birkaç, her köyde bir cami var. Öğretmenler ile ilgili olarak düşüncemi yukarıda arz ettim. Her zaman değişik vesilelerle Ramazan, teravih, sünnet, düğün vs. her fırsatta ülke insanının neredeyse tamamı Segâh Tekbîr ve Salât-ı Ümmiyyeyi okuyor. Kimdir bu güzel nağmeleri te’lif eden? Okuduğumuz bu eserlerin sahibinin, imam-hatipler tarafından bilinmesi ve cemaate öğretilmesi gerekmektedir. Bu alt yapıya sahip olmaları için de onların eğitilmeleri çok önemlidir. İmam-hatiplerin, din ilimlerinin yanında çağın gerektirdiği bilgi donanımına sahip olmaları, yeteri kadar mûsikî, kültür, sanat, edebiyat bilmeleri, îfâ ettikleri görev açısından ne kadar lüzumlu olduğu açıktır. Yine üzülerek belirteyim ki bu konudaki kısırlığımız sebebiyle adı geçen eserleri toplu olarak icra ettiğimiz zaman nasıl bir ses kargaşası yaşanmaktadır. Segâh Tekbîr’i, Salât-ı Ümmiyyeyi Hicaz makamında hatta Saba makamında dinlediğimiz çok olmuştur. Oysa bu güne kadar çok söylendi. Bir kilisede ilahiler icra edilirken bu tür bir karmaşaya şahit olunmaz. Kiliseye gelenler orada okuyacakları eserleri bilirler ve koral bütünlüğe riayet ederler. Maalesef bizler her gün defalarca okuduğumuz eserlerde bile bu uyumu sağlayamadık. Sırası gelmişken bir hatamıza daha işaret etmeden geçemeyeceğim: Sözüm ona çok ünlü müzisyenlerimiz bile Itrî’nin “Tûtî-i mucize gûyem. Ne desem laf değil.” adlı Yürük Semâî’sini ikide bir “tuti mucize” diye okumaları yok mu? Zaten Itrî’ye ait bir bunu biliyorlar. Biraz sözlük karıştırsalar ne olur sanki?

***

Teknik detaylara girmeden bir iki anekdotu hatırlatarak bu yazıya son vermek istiyorum. İlki Itrî’nin deruhte ettiği bir görev ile ilgili. Itrî IV. Mehmet’ten Esirciler Kethüdalığını istemiş ve hayatının sonuna kadar bu görevde kamıştır. Itrî gibi duygu dolu bir insan neden esirlerle ilgili işleri yönetmekle meşgul olmak istesin? Bunun iki sebebi nakledilir. İnsan satmakla uğraşan esnafı yola getirmek ve kötü muamelelerine engel olmak düşüncesi ile bu görevi istemiştir Itri ki onun duygu dünyasına muvafık bir davranıştır bu. İkincisi de Itrî çeşitli milletlere mensup esirlerin milli musikilerine muttali olmak istemiştir.
Vaktiyle İsmet Özel ile yapılan bir söyleşiden Itri ile ilgili bir bölümü aktarmak istiyorum. Kendisine “Itrî mi, Bach mı?” diye bir soru sorulduğunda şöyle demiştir: “Ben, Türk Mûsikîsini hep yukarıda tutarım. Fakat bana “Itrî mi büyük, Bach mı?” diye sorarsanız, “Bach” derim. Çünkü, Bach’tan sonra Beethoven var, Brahms var; ama Itrî’den sonra yok. Yani, Itrî’nin yaptıklarının üzerinde bir başarıyı göstermiş kimse yok. Ama, Türk Mûsikîsi de her şeye rağmen yaşamayı başarmıştır. Ve belki 1960 yılına kadar Türk Musikisi yaşadı; bütün düşmanlıklara, bütün mahrumiyetlere rağmen. Gelgelelim bugün Türk Musikisinin gerçek boyutlarıyla yaşadığını söylemek mümkün değil. Bugün musikisini kaybetmiş, dilini hemen hemen kaybetmiş bir toplumuz. …bu da tabii sonuçta bu toplumun baş aşağı gitmesine sebep oluyor.” Itri’den sonra da büyük bestekârlarımız gelmiştir tabii ki. Ancak İsmet Özel’in, Itrî’nin büyüklüğünü ifade etmek için söylediğine katılmamak mümkün değil.
Bizlere düşen nedir? Muhteşem bir medeniyet inşa etmiş Itrî gibi nice san’atkârlarımızı iyi tanımalı ve yapacağımız çalışmalarda olardan feyz almalıyız.

Yazar: Dr. Fazlı Arslan

Gönderen 14 Şubat 2008

Kategori : Mûsiki Henüz yorum yok

Geri izleme | Yorumlar için RSS

Yorumlarınız

You must be logged in to post a comment.