Türk Lâke Müzehhipleri ve Eserleri
Topkapı Sarayının çeşitli zengin koleksiyonları ile, bâzı koleksiyonlardaki lâke teknikle tezhip edilmiş kitap kabı, çekmece, kalemdan, yazı altlığı, mücevher kutusu, yay ve yay kuburları çok ilgi uyandırmıştır. Bu sahanın en verimli ve başarılı sanatkârı olduğu şüphe götürmeyen Ali Üsküdarî hakkında yazdıklarına ilâve edecek, hayatını eserlerini ve sanat özelliğini daha çok bilinir hâle getirecek fazla bilgi edinememekle beraber, hocasının kim olduğunu ve saray sanatkârları arasında işgâl ettiği mevkiî belirtmek kabil olmuştur.
Bu konuda ve sadece kitap kaplarına münhasır olmak üzere eser vermiş bir iki lâke müzehhibinden de 1953 de yayınlanan kitabımın sonunda bahsetmiştim (2).
Eserleri üzerindeki imzalardan ve bazılarının imzaları altına koydukları tarihlerden hangi devirde yaşadıklarını öğrenebildiğim yirmiye yakın türk lâke müzehhib vardır ki, bu çalışmamda onları eserlerini, eserlerin bulundukları yerlerle beraber tanıtmaya çalışacağım. Şurasını hemen esefle kaydetmeliyim ki, pek çok uğraşmama rağmen bu sanatkârların biyografilerine ışık tutacak herhangi bir vesikaya tesadüf edemedim. Halbuki âli’nin “Rugan”(3) tesmiye ettiği ve 18. asrın ikinci yarısından sonra “Edirnekârî” adı verilen lâke eserler Türkiye’de bilhassa Diyarbakır, Bursa, İstanbul ve Edirne gibi çeşitli şehirlerde yapılmıştır. Hatta “Edirnekârî” ismi verilmesine sebeb de bu çeşit eserlerin orada daha fazla ve sanatlı yapılmış lâke bir kabın üzerine yazmış olduğu altı beyitlik bir manzumede; Mâni, Nakşi, Bedahşî, Ağariza, Şahkulu, Emanî (4) gibi İranlı sanatkârların “Eğer bu eseri görselerdi hayretten ağızları kalem gibi ikiye ayrılıp hayran kalacaklarını” söyler. Bugüne kadar araştırıcaların bunlar üzerinde çalışmaması, onları meçhulde bırakmıştır. Bu çalışmada hiç olmazsa bazı sanatkârları, ismen de olsa unutulmaktan kurtarabilirsek kendimizi mutlu sayacağız.
Lâke süsleme, mukavva, deri, tahta olmak üzere üç çeşitli madde üzerine yapılmıştır.
1) Mukavva üzerine: Kâğıtlar alınır, birinin suyu diğerinin aksi istikametinde olmak üzere üst üste istenilen kalınlık elde edilinceye kadar yapıştırılır. Bu suretle hazırlanmış mukavvaya “murakka mukavva” denir ki, hem sert olur hem de zamanla deforme olmaz. Bu mukavvanın üzerine boyaları emmemesi için bir vernik çekilir. Üzerine altın veya boya ile nakış yapılır. Bu iş bittikten sonra, üst üste birkaç kat daha vernik çekilir.
2) Deri üzerine: Traş edilmiş deri sert bir madde üzerine (mukavva veya tahta) yapıştırılır. Sireki bir pamukla derinin yüzü silinir. Bu ameliyeyi derinin yağını almak ve böylece üzerine sürülecek altun veya boyanın hem muntazam sürülmesini temin, hem de dökülmesini önlemek içindir. Boya ve altın işi bittikten sonra yine birkaç kat daha vernik sürülerek cam gibi parlaklık elde edilir.
3) Tahta üzerine: Burada da teknik tıpkı mukavvada olduğu gibidir. Tahtanın işlenecek yüzünün çok iyi rendelenmiş ve bütün pürüzlerin yok edilmiş olması lâzımdır.
Bu teknikle yapılmış eserlerde lâke, yapıldığı madde üzerinde bir tabaka teşkil eder. Hararet ve rutubet değişikliği zamanla eser üzerinde çatlamalar yaparsa da dökülmemiş olmak şartile, bu durumu eseri daha makbul bir hâle getirir. Fakat er geç lâke eserlerde dökülme mukadderdir.
En dayanıklı lâkelerin Çin ve Japon eserleri olduğu muhakkaktır. Bunlar uzun zaman su içinde bile kalsalar bozulmuyorlar. Sebebi de Çin’de yetişen bir nevi ağaçtan yapılmış olmalarıdır (5).
Lâke sürmek ameliyesi oldukça güç ve zahmetlidir. Makineleşen toplumlarda artık, el sanatları karın doyurmaz hâle geçmeye başladığından, bugün yapılan lâkeler eski işler kadar güzel, parlak ve mukavim değildir. Bir nevi reçineli ağacın zamkı olan lâkenin, lüzumlu sertliği, mukavameti ve parlaklığı kazanabilmesi için tabaka tabaka sürülmesi, rutubetli bir hararette kurutulması ve sürme işinin 20-30 kerre tekrar edilmesi icabeder. Diğer bir husus da, tezyin için kullanılan boyaların hazırlanışında içlerine katılan maddelerdir. Bugün boyaların çatlamasını önlemek maksadı ile içine az miktarda gliserin karıştırılmaktadır. Eskilerin ne karıştırdığını bilemiyoruz. Merhum kabuğu toz hâline getirilerek astar mâhiyetinde sürülür ve kuruduktan sonra da üzerinden hafif zımpara kâğıdı geçirilirse fevkelâde parlaklık elde edilirmiş.
Lâke teknikle yapılmış eserlerin ilk örneklerine, bundan beş bin sene evvelki eski Mısır’da tahta lâhitler üzerinde tesadüf edilmektedir. Daha sonra Çin’de rastlanan bu nevi eserler ancak 15. asırda İran’da Timurîler hakimiyeti zamanında tanınıp yapılmağa başlanmış ve en güzel örneklerini de 15. asrın ikinci yarısıyle 17. asrın ortalarına kadar kitap kapları üzerinde vermiştir (6). Bu tekniğin Mısır’da Uzakdoğuya ve oradan Orta Doğuya ne şekilde geçtiği henüz kesin olarak aydınlanamamıştır.
Bizde ise bu teknik ile yapılmış en eski eseri; 3. Murat’ın oğlu Şehzâde Mehmet’in 1582’de icra olunan Sünnet Düğününü tasvir eden Hoca Saadettin’in Farsça eş’rı ile Padişahın bir gazelinin ayni şair tarafından tahmisini ihtiva eden Zübdet el-âş’ar isimli şiir mecmuasının kabında görüyoruz. Topkapı sarayı Müzesi Revan kitaplığı 824 numarada kayıtlı, sahife tezhipleri ve yazısı da pek nefis olan 0,16×0,26 eb’adındaki bu şiir kitabının kabı, o devirdeki Osmanlı Minyatür Sanatının da en güzel örneklrinden birini teşkl etmektedir. Sağ kapak üzerinde, Padişah muhtemelen has bahçede bir ağacın altında tahtına oturmuş vaziyette müzikli bir oyun sahnesi seyrederken gösterilmektedir. Sol kapakda Padişah altına binmek üzere ufak bir dereyi geçmeye hazırlanırken gösterilmektedir. Miklepte ise; def çalan bir çalgıcı ve Padişaha meyve ikram etme sahnesi canlandırılmıştır. Maalesef sanatkârı belli olmayan lâke teknikle yapılmış bu kap, hafif çatlamalı ve dökülmemiş durumu ile şaheser addedilmektedir. Şimdilik bundan daha eski tarihli bir örneğe sâhip olmadığımıza göre bunu, bizdeki lâkecilik sanatının başlangıcı olarak da kabul etmek zorundayız. Vakıa daha aşağılarda bahsedeceğimiz ve elimizde epeyce bol örneği bulunan Sultan kinci Beyazıt’ın yapmış olduğu yaylar da bu teknikle yapılmış tezhibin, devir itibariyle daha eski olması lâzım geldiği düşünülebilrse de, bu yayların sonradan ve Padişaha hürmeten tezhip edildikleri muhakkaktır. Usta bir yay yapıcısı olan İkinci Beyazit’in sarayda mevcut yayları 17. asrın ortalarından itibaren tezhip edilmeye başlanmış ve bu hâl, bir çok başka ustaların yapmış oldukları da ona izafe edilerek, 19. asrın başına kadar devam etmiştir. 17. asırda bu teknikle yapılmış olduğunu üzerindeki süsleme motiflerinden anlıyoruz. 0,4 x 0,10 x 0,32 ölçüsünde olan bu çekmecenin zemini beyaz olup, üzeri 17. asır kitap kabı tarzında şemsesabek, karmen ve yeşil renklerle üslûplanmış çiçek, yaprak ve dal motifleriyle bezenmiştir.
17. asrın bu teknikle bezenmiş üç eserini daha tesbit edebildik ki, onlarda da yaydır ve hâle Topkapı Sarayı Müzesi Silâh Seksiyonundadır. Bunlardan biri 9264 numarada kayıtlı olup, üzerindeki süsleme motifleri ve motiflerde kullanılan renklerle yukarıda bahsettiğimiz çekmecenin hemen hemen aynidir. Ali Çelebi isimli bir sanatkâr tarafından H. 108 (M. 1674) tarihinde tezhip edilmiştir. Sanatkâr adını yayın bir ucuna, tarihi de diğer ucuna kaydetmiştir. Yine ayni koleksiyonda 1063, 9238 numaralarda kayıtlı olan yaylar da imzasız ve tarihsiz olmasına rağmen ayni sanatkârın eseridir. Çünkü kullanılan renkler, işlenen motifler ve işleme üslûbu tamamen birbirine benziyor. 9238 numaralı yay’ın lâke tezhibi, bilhassa iç kısımda yarıdan fazla dökülmüş bir durumdadır.
Asrın başında yaşamış ve kendisinden sonra gelenlere numune olmuş ve hocalık etmiş olan bir sanatkâr tanıyoruz ki, ismi Yusuf’tur. İmzasını (Yusuf-u Mısrî) şeklinde yazdığına göre muhtemelen Mısır’da İstanbul’a gelmiştir. Bugün elde bir tek eseri vardır, o da Ekrem Hakkı Ayverdi koleksiyonundadır. İç boştur. Kitap kabı olarak deriden yapılmıştır. 0,20 x 0,30 ölçüsündedir. Zemin kırmızı altın yaldız sürülmüş ve üzerine karmen, siyah ve yeşil renkler hâkim olmak üzere çeşitli hataîler, beşli altılı çiçekler, enginar yaprakları ve konca motifleri işlenmiş, motiflerin etrafı altınla tahrirlenmiştir. Zamanla çatlayan tezyinat dökülmemiş olduğundan sanat değeri ile en makbûl ve muteber hüviyetini iktisab etmiştir. İmza ve tarih sağ kapak üzerinde bir ıtır yaprağı üzerinde bir ıtır yaprağı motfinin ortasına altın yaldızla “Ameli yusuf-ı Mısrî H. 1113, M. 1701” şeklinde yazılmıştır. Bugün için eserleri ve hayatı hakkında başka hiçbir bilgiye sâhip olmadığımız Yusuf-ı Mısrî’nin Ali Al-Üsküdarî Ali Çelebi de vardır ki, El hac Yusuf-u Mısrî şakirtlerindedir ve vaktimizin saz yazmak vadisinde Şah Kulu bahtudır (7) kaydından öğreniyoruz.
Ali al-Üsküdarî ve eserleri hakkında 1949 da yaptığım neşriyata fazla bir şey ilâve edecek durumda değilim. Sâde burada hocasının Yusuf-u Mısrî olduğu ve H. Muharrem 1144, M. Ocak 1731 de Sarayda Nakkaşbaşı iken (Bâ, Fermân-ı Humayün Şemseleri ve kapza tepesi elmaslı bir yelpazeyi tezhip ettiği ehli hiref defterlerinden öğrenilmektedir(8). Bu yelpaze bugün Topkapı Sarayında mevcut değildir. Hüseyin Kocabaş koleksiyonunda yine tesadüf ettiğim diğer bir sanat eseri Seyyit Abdullah’ın H. 1142, M. 1729 tarihli Kur’anıdır. Kabı; şemse, salbek, köşebent ve kenar bordürleri tamamın klâsik kabartma Türk deri ciltleri tarzında, köşebent ile şemse-salbek arasındaki sâha ve bordür üzerindeki ketebe kıtasının altında tezhibin ortasına atılmıştır. Böylece bu eser ayni zamanda Tuhfe-i Hattatindeki hükmü doğrulamış olmaktadır.
Çâkerî de 18. asrın kıymetli sanatkârlarından biridir. Maalesef bunun da hayatı hakkında bilgimiz pek azdır. Ali Emirînin söylediğine göre; Çakerî, sanatkârın asıl adı değil, mahlâsıdır ve Diyarbakırlıdır (9). Fakat Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Beşir Ağa bölümü kitapları arasında tespit ettiğimiz bir eseri üzerindeki imzasından, İstanbul’da oturduğunu anlıyoruz. Bu sanatkârın imzalı iki eserini tespit edebildik. Bir tanesi Topkapı Sarayı Müzesi kitaplığı Emanet Hazinesi 1470 numarasında kayıtlı Şiir Mecmuasının kabıdır. Sanatkâr imzasını kabın iç kısmına “Rakama Çâkerî” şeklinde almış, tarih koymamıştır. Diğeri Süleymaniye Kitaplığı Hacı Beşir Ağa bölümü 163 numarada kayıtlı Sahih-i Müslim isimli kitabın kabıdır. Sanatkâr bu kabın içine imzasını “Nemeka al-Hakir es-Seyyit Çâkerî an sakin-i Konstantaniyye H. 1157, M. 1744” şeklinde yazmıştır. Bu sanatkâr da Yusuf-u Mısrî ve Ali al-Üsküdarî tarzında çalışmış, kullandığı motiflerle renkler onlarınkinin aynı olmuştur. Yalnız bunun kompozisyon tarzı kendine has bir ayrılık arzeder.
Esseyyit Ahmet adlı sanatkârın kimliği hakkında hiçbir bilgi yoktur. Bir tek imzalı eserine Ekrem Hakkı Ayverdi koleksiyonunda tesadüf ettim. 0,26 x 0,16 ölçüsünde, İsmail al-Vezir isimli hattatın Kur’an-ı Keriminin kabı olan bu eser, Esseyyit Ahmet tarafından yapılmıştır. Bu kap da, tıpkı Kocabaş koleksiyonundaki Ali el-Üsküdarî’ye çok benzemektedir. Sanatkârın imzası miklebin içinde “Amelî Esseyyit Ahmet” şeklinde yazılmıştır.
Ahmet Hazine, Sultan Ahmet III. Devrindeki saray sanatkârlarındandır. Fakat elde mevcut ehli hiref defterlerinde bu snatkârın ismine tesadüf etmedik. Bu bakımdan bunun da kimliği hakkında herhangi bir bilgiye sâhip değiliz. Bir tek imzalı eseri Topkapı Sarayı Müzesi Ahmet III. Kitaplığı 3653 numarasında kayıtlıdır. Ahmet III. Tarafından tuğra şeklinde yazılmış muhtelif yazılardan ibaret olan albümün yukarıda kaydettiğimiz numaradaki kapağı bu sanatkâr tarafından yapılmıştır. Eserin üzeine koyduğu “Ketebe ve Zehebe el-fakir mücellit Ahmet Hazine sene H. 1140, M. 1727” imzasından kendinin hattatlık, mücellitlik ve müzehhiplik gibi üç sanat şubesinde de maharet sâhibi olduğunu anlıyoruz. 0,35 x 0,47 ölçüsünde olan bu kabın, dış kenardaki geniş, iç kenardaki dar olmak üzere iki bordürle çerçevelenmiş, geniş bordürünün zemini kırmızı renkle boyanmış, üzerine sarı, açık kırmızı, altın yaldız, yeşil renkle boyanmış, üzerine sarı, açık kırmızı, altın yıldız, yeşil renklerle stilize hataî, nilüfer koncaları ve yaprak motifleri ile lâke tarzında tezhip edilmiş olduğunu görmekteyiz. Ayni bordür üzerinde, her biri arasında realist gül ve konca buketi bulunan içleri tâlik hat’la Sultan Ahmed II. Ün hattatlığını öven mısralar yazılı 14 adet pafta vardır. Sanatkârın imzası da yine bu bordür üzerindedir. Dar olan iç kenar bordürünün zemini sarı renktir. Bu bordürde şemse arasındaki kısmın tamamen siyah renk olup üzerine çok ince renkli seef serpilmiştir. Dilimli şemsesi yukarıda zikredsilen renklerle çiçek ve yaprak işlemeli olup, köşebentler de şemseye benzemektedir.
Ahmet al-Maruf bi Üsküdarî’nin de kimliği hakkında şimdilik herhangi bir bilgi yoktur. Bir tek eserine Ekrem Hakkı Ayverdi koleksiyonunda tesadüf ettik. Süleyman Çelebi Mevlidinin yazma bir kopyasının kabı olan bu eser, bu sanatkâr tarafından yapılmıştır. 0,12 x 0,18 ölçüsündedir. Ortası birleşik şemse-salbek şeklinde olup içlerine iççek buketi tezyinatı yapılmıştır. Dış bordür ile şemse arası üslûplanmış çiçek, yaprak süslüdür. Sanatkâr imzasını “Ahmet al-aruf Üsküdarî H. 1185, M. 1772” şeklinde yazmıştır.
Mustafa Edirnî hakkında da herhangi bir bilgiye sâhip değiliz. Bunun, imzaslı üç eserini tespit etmiş bulunuyoruz. Birisi Topkapı Sarayı Müzesi Hazine Kitaplığı 887 numaralı, ikinci Ekrem Hakkı Ayverdi koleksiyonunda, üçüncüsü de Arkeoloji Müzeleri Kitaplığında 1473 numarada kayıtlıdır. Bu sanatkâr artık, klâsik lâke süsleme Türk motiflerinden tamamen ayrılmış, ya realist çiçek buketlerini veya rokoko tarz süslemeyi tercih etmiştir. İmzasını “Esseyyit Mustafa Edirnî” şeklinde atmaktadır. Bu eserler üzerindeki tarihler “H. 1171, 1180 M. 1756, 1765″dir.
Mustafa Nakşî’nin kimliği de şimdilik meçhulümüzdür. Topkapı sarayı Müzesi Hazine Kitaplığı 893 numarada imzalı bir eseri vardır. Başka bir eserine tesadüf edemedik. Eserin üerindeki tarihten “H. 1207 M. 1792” anlaşılacağı veçhile, bu da Mustafa Edirnî’nin çağdaşıdır. Onun da klâsik yoldan gitmediği, realist çiçek motifleri kullandığı görülmektedir.
İmzalı bir tek eseri Kocabaş koleksiyonunda bulunan sanatkâr Ali de meçhullerden biridir. Eseri üzerinde “Resme Ali, H. 1192, M. 1779 tarihi ve imza vardır. Esasen bu eser, teyinat itibarile bir sanat değeri taşımamaktadır. Bu sebebten, çıraklık devresinde yaptığı ilk işlerinden olduğu düşünülebilir. Bu cihetin aydınlanması, ileride elimize geçecek başka eserlerine bağlıdır.
Topkapı Sarayı Müzesi silâh Koleksiyonunda 119 numarada kayıtlı yay’ın üzerinde lâke tezhibi olan Zeynep binti Emin adlı hanım sanatkârın da, başka bir eserine tesadüf edemedik. Eserinde tarih olmadığından devrini kat’î olarak tespit mümkün değildir. Yay’ın zemini; koyu kahverengi olup, üzerine Hatayî, dörtlü çiçek ve yaprak motifleri işlenmiştir. İmza, zemini altın yaldız olan bir tepelik içie siyâh mürekkeple yazılmıştır.
Topkapı Sarayı Müzesi Silâh Seksiyonunda 2716 numarada kayıtlı İkinci Bayezid’in yapmış olduğu bir yay üzerindeki tezhibinde, sanatkâr, imzasını “Nakşî Hasan, H. 1195, M. 1780” şeklinde yazmıştır. Yay2ın içi, vişneçürüğü zemin üzerine yeşil ve eflâtun renklerle rokoko tarzında tezyin edilmiştir. Dış kısmı; siyah zemin üzerine aynı tarzda alyın yaldızla işlenmiştir.
Onsekizinci asrın ayni zamanda kuvvetli bir portre minyatüristi olan Abdullah Buhârî’nin bir çok minyatürleri İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi ile Topkapı sarayında bulunmaktadır. Lâke teknikle yaptığı tek eseri, Topkapo sarayı Müzesi E. Hazinesi kitaplığı 1380 numarasında kayıtlı olan kitabın kabıdır. Bu kap; süsleme motifi itibarile, bir özellik arz eder. Şemsede, kasırların resimleri, salbeklerde realist çiçek buketi olarak bina resimleri kullanılan başka bir kabın, daha basit, bir benzerini Nakşi Dede imzalı bir eserde görüyoruz.
Bir Bektaşi sanatkârı olan Nakşi Dede’nin imzalı iki eserini tespit edebildik. Birisi Ehrem Hakkı Ayverdi koleksiyonundadır ki, içi boş bir kitap kabıdır. Burada sanatkâr, Abdullah Buharide olduğu gibi, şemseye kasır manzaraları yapmış, etrafını rokoko tarzında tezyin etmiştir. İkincisi; Kocabaş koleksiyonundadır. Bir şiir mecmuasının kabı olan bu eser, siyah emin üzerine altın yaldızla tamamen rokko tarzında işlenmiştir. Eserde tarih olmamakla beraber, en geç, ondokuzuncu asır başındand olduğu muhakkaktır.
Mücellit Abdülkerim’in şimdilik elimizde bir tek imzalı eseri vardır. topkapı Sarayı Müzesi Silâh Seksiyonu 2718 numarada kayıtlı bulunan bu eser H. 917, M. 1511 târihinde Muhittin isimli bir usta tarafından yapılmış yayın üzerindeki tezhiptir. Zemin, fildişidir. Üzerine altın yaldızla yapraklar işlenmiş ve içine pembe, koyu ve açık yeşil renklerle klâsik motifler kullanılarak kompoze edilmiştir. İmza yayın ucunda “Mücellit Abdülkerim H. 1270, M. 1853” tarzında altın yaldızla çerçevelenmiş bir zemin üzerindedir.
Ragıp adlı sanatkârın H. 1282, M. 1895 tarihli bir yayı, Topkapı sarayı Müzesi Silâh Seksiyonunda 1292 numarada kayıtlıdır.Yayın içine, vişne çürüğü zemişn üzerinde altınla iki tarafından birer tâlik beyit yazılmış v kenarları yine altınla ve hafif renklerle Hatayiler, Pençler, Engina yaprakları motifleri ile işlenmiştir. Çok ince çalışılmıştır. Dışının kabza kısmına da, siyah zemin üzerine altınla nilüfer ve goncalar işlenmiştir.
Nakşi Mücellit Tevfik’in bir tek eserine Topkapı Sarayı Müzesi Silâh Seksiyonunda 2713 numarada kayıtlı yayda tesadüf ettik. Yay. H. 1005, M. 1597 tarihinde Salih isimli bir usta tarafıdan yapılmştır. Yayın içi; kırmızı zemin üzerine siyah ve daha açık kırmızı Hataîler yanında büyük enginar yaprakları ve goncalar yeşil renkle işlenerek altın yalıdzla taranmıştır. Dışı siyah zemin üzerine altın yaldızla rumi motiflidir. Yay’ın uç kısmına “Nakşi Mücellit Tevfik H. 1283, M. 1866” imza ve tarihini koyan sanatkâr, lâke tezhipçilikteki üstün kabiliyetini, zevkinceliğini bu tek eserinde dahi tam ispat edebilmiştir.
Ondokuzuncu asrın başına kadar umumiyetle klâsik süsleme motifleri kullanan Türk lâke müzehhipleri, bundan sonra daha ziyade rokoko tarz tezyinatla eserler vermeğe devam etmişlerdir. Lâkin artık bu eserlerde (bazı yaylar istisna edilirse) ne bir asır evvelki teknik kuvveti, ne de ince Türk zevkini bulmak imkânı vardır. Bilhassa kitap kapları üzerinde gördüğümüz bu nevi tezyinat o kadar kötüdür ki, bunlara sanat eseri demeğebile imkân yoktur. Tarihî çöküntümüzle paralel olarak gerileyen bu sanat şubesi de ancak Cumhuriyet’ten sonra Güzel Sanatlar Akademesi’nde eski türk sanatlarını yeniden canlandırmak için kurulan Tezyini Türk Sanatları şubesinde hamleler yapmağa başlamış ve bu şubeden yetişen genç sanatkârlar tarafından olgun eserler bile vermiştir. Bunlar arasında Mihriban Keretişn ile Mehmet Muhsin bu sahada yetişen sanatkârların arsında en çok tanınmış olanlarıdır.
1) Kemâl Çığ, 18. asır lâke müzehhiplerinden Ali al-Üsküdârî, Türk Tarih, Arkeoolagya ve Etnografya Dergisi. Sayı 5, 1949, Sahife 192-203
2) Kemâl Çığ, türk Kitap Kapları. Ankara Üniversiesi İlâhiyat Fakültesi türk ve İslâm Sanatları Tarihi Enstitüsü Yayınları, Sayı 4, 1953.
3) Mustafa Âli, Menakib-i Hünerveran.
4) Nurettin Rüştü Bingül. Eski Eserler Ansiklopedisi, 1939, Sahife 156.
5) Celât Esat Arseven. Sanat Ansiklopedisi.
6) Mehmet Ağaoğlu. Persian Book Bindings of Fifteenth Century, 1935.
7) Müstakimzâde Süleyman Saadettin, tuhfe-i Hattatin. Türk Tarih Encümeni Külliyatı, 1928, sahife 271.
8) Rıfkı Melül Meriç. Türk Nakış Sanatı Tarihi Araştırmaları Vesikalar I, 1953, sahife 64.
9) Ali Emirî, teskere,i Şuar-i Amet. Sahife 125-129.
Yazar:Kemal ÇIĞ
Gönderen KalemGuzeli 13 Şubat 2008
Kategori : Tezhip Sanatı Henüz yorum yok
Yorumlarınız
You must be logged in to post a comment.